Dünya iki kapılı bir han ise; Bu savaş niye?

15:50 Unknown 0 Comments


Uzun zamandır yazmak isteyip de ertelediğim ve tüm samimiyetimle yazacağım bir yazı olacak..

İnsanlık! Demişti biri. ‘İnsanlık’ üzerine yaz..

Ne yazık ki, her geçen gün giderek kötüleşen bir dünyada yaşıyoruz. Sevginin, arkadaşlığın, iyiliğin tükenip yerini ihanete ve savaşlara bıraktığı, küçücük bir çocuğun fotoğraf makinesini silah sandığı, insanların ve çocukların acımasızca öldürüldüğü daha da kötüsü insanlığın öldüğü bir dünya..!

İşte, İnsanlık denilince, ilk aklıma gelen yukarıda yazdıklarım oluyor..

Koskoca evrende dünya bile zerre kadarken, hâlâ neyini paylaşamadıklarını anlamıyorum bir türlü..

Hatta bir şarkı sözü der ki;

‘Dünya Sultan Süleyman’a bile kalmamış’

...

O halde biraz ibret alınmalı diyorum ve yazıma devam ediyorum..

Samimiyet dedim de az önce! Sahi, neydi samimi olmak? Sanırım artık o da yerini çıkarcılığa bırakıp yalan oldu. Tıpkı, yalan dünyanın, yalancı insanları gibi..

Yalan dünya..!

Nereden aklıma geldi şimdi bilmem ama Aşık Veysel’in ‘Uzun ince bir yoldayım’ türküsünü bilmeyenimiz yoktur..

Şöyle diyordu Aşık;

‘Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece’

...

Ben de bilmiyorum ne olacak bu insanlığın, bu yalan dünyanın sonu ama yine de hayatın gemisinde, yaşamak için yol alıyoruz hep birlikte..

İnsanoğlu bazen hayatı boyunca birçok zorlukla karşılaşır. Bazen de mutlu günleri ardı ardına sıralanır hayatında. Bu durum, insanın bazen elinde olsa da, bazen de ne yaparsa yapsın olayların gidişatını değiştiremiyor. Zaman su gibi akıp giderken, ne yaparsak yapalım zamana ve olaylara hükmedemiyoruz. Burada aklıma yine güzel bir söz geliyor;

‘Rüzgarın yönünü değiştiremeyiz ama geminin seyrini değiştirebiliriz’

...

İnsanoğlu hayatını bazen çok fazla kadere bağlayabiliyor. Başına ne gelirse gelsin, ne yaşarsam yaşayım bu benim kaderimdir, değiştiremem diye düşünüyor. Belki de bir açıdan bakıldığı zaman bu durum haklı görünse de, insanın istediği zaman kendi hayatına yön verebileceği düşüncesindeyim. Yani kişinin başına gelenler, kendi tercihleri sebebiyle olabilir. Kaderci olmak bizi bazen çıkmazlardan kurtarsa da, bazen de kadercilik insanı içinden çıkabileceği bir durumda daha da çıkmaza sokabiliyor. Ve insan, çoğu zaman mücadele etmekten vazgeçiyor..

O zaman, Aşık Veysel’in türküsünden devam edeyim..

‘Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece’

...

Hanın kapıları, doğum ve ölümü betimler. Yani, Aşık Veysel’in dile getirdiği yaşamdır! Gündüz gece gidilen, yol alınan, dertler ve umutlar ile dolu yaşamın ta kendisidir..

Dünya iki kapılı bir han ise, bu öldüresiye mücadele neden? Belki de tek ihtiyacımız sevgiyi paylaşmaktır. Instagram hesabımda kısa bir süre önce paylaştığım yazımı burada tekrar edeyim izninizle;

“Sen de söyle! Söyle ki o da bilsin. Annene, babana, kardeşine, arkadaşlarına, hayatındaki o kişiye, çocuklarına, değer verdiğin ve sevdiğin herkese. Evet! Hâlâ daha neyi bekliyorsun? Hayatının saati ne zaman duracak bilemezsin. Eğer bu yazıyı okuyorsan, biraz durup düşün; Şimdi şansın ve zamanın varken sevdiğini söylemelisin. Zamanın ne getireceğini hiç kimse bilemez. Ama 'şimdi' var! Ve o da senin elinde. Bu hayattaki en güzel şey, sevgidir ve sen paylaştığın zaman büyüyecektir”

...

Yazımın başına dönecek olursam, uzun ince bir yolda yürüdüğümüz iki kapılı bir handa, belki de, kaderimiz hayatımızdaki rüzgardır ama yaşam gemimizin seyrini değiştirmek de bazen bizim elimizde olabilir. Bunun için hayat denizinde gemimizi her zaman fırtınanın tersindeki rotaya götürelim. Belki de, hayat böyle daha kolay olacaktır..


Herkese mutlu yıllar diliyorum..

Her zaman söylediğim gibi;
Mutluluk ve sevgi sizlerle olsun..


Sevgilerimle;
Atiye BIÇAK.


0 yorum:

İstemek! Gerçekten 'İstemek' ...

00:32 Unknown 1 Comments


Okuyacağınız bu yazıyı daha önce yazmak ve yayınlamak “İsterdim”! Farkındaysanız tırnak içerisine alarak söyledim. Ama bazen ne kadar çok istesek de olmuyor. Daha önemli veya bir takım zorunluluklar isteklerimizin önüne geçebiliyor. Bir söz vardır, hani derler ya; “Evdeki hesap çarşıya uymaz”, benimki de, işte o hesap..

O zaman şimdi yazıma devam edebilirim..

“Yanılıyorsun! Sen istediğini yaptın diye, herşey istediğin gibi olacak mı sanıyorsun?”. Bu cümlemi hatırlayanlar olacaktır. Böyle bir söz takılmıştı aklıma ve buradan güzel bir blog konusu çıkarabilirim diye kısa bir süre önce sizlerle de paylaşmıştım..

İstekler..! Ah o hiç bitmeyen istekler ve insanoğlu..

Şu insanoğlu çok garip bir varlık; Sen verdikçe, daha fazlasının istiyor. İstediği olmayınca, olana kadar zorluyor. Bazen amacına ulaşıyor, bazen de işler hesap ettiği gibi gitmeyince sorgulamadan yargılıyor, önyargının en alasını yapıyor, hatta senden kötüsü bile yoktur artık!
Olmuyor işte! Sen ne kadar çok istesende, bazı şeyler senin istediğin gibi gitmiyor. İstediğin kadar denesen de, sınırlarını zorlasan da, dünyanın en iyi insanı bile olsan, bazen olmuyor. Mesela; İyi bir arkadaş olmak istersin, iyi bir sevgili, iyi bir evlat, iyi bir öğrenci, iyi bir kariyer sahibi olmak istersin, güzel bir aile ortamın olsun istersin, evinde huzurun olsun istersin veya hayatında çok fazla sorun olmasın istersin. Aslında çok fazla birşey istemezsin ama tam olarak ne istediğini de bilmezsin. Bence bir an durup düşünmelisin; Gerçekten istediğin için mi, yoksa egonu tatmin etmek için mi istiyorsun?

Ferrarisini Satan Bilge’nin yazarı Robin Sharma şöyle diyordu;

 - Yaşamda komik olan ne, biliyor musun?
 - Söyle..
 - Çoğu kimse gerçekten neyi istediğini ve bunu nasıl elde edeceğini anladığında artık çok geç olmuştur. “Gençler bilebilse, yaşlılar yapabilse” deyişi o kadar doğru ki..

Çoğu zaman, ne istediğini bilemiyorsun. Ve istediklerin olmadığı zaman herşey anlamsızlaşıyor. Öyle değil mi? O kadar anlamsızlaşır ki, insan kendini boğulur gibi hisseder. Bütün nesneler üzerine gelir birdenbire ve seni anlamayan, boş konuşan, boş bakan insanlarla sonuçsuz cümleler paylaşmak zorunda kalırsın. Aklın ve yüreğin başka yerlerde olsa bile, bulunduğun ortamı terk edemezsin. Çünkü, hayatın gerekliliğidir bu, yani kurmuş olduğun düzenin getirdikleridir. Aslında sen, başka yerlerde,  bambaşka diyarlarda olmak istersin. Etrafındakilerin gözlerine bakarsın, farklı bir açı, farklı bir ışık yakalamaya çalışırsın ama yoktur ne yazık ki. Ve sen, belki bir gün değişir umudu ile aynı gözlere için titreyerek bakarsın..

Bana sorarsanız, isteklerin gerçekleşmesi biraz bilinç altı, biraz da kader ile alakalı bir durumdur.. “Nasipse olur” dedikleri ne kadar da doğrudur..

İsteklerin gerçekleşmesi biraz bilinç altı ile alakalı derken, çekim yasasından bahsediyorum. Çekim yasasına göre bir şeyi elde etmek için;

“Ne istediğinizi bilmek ve tanımlamak,

Tüm olumsuz ve sınırlayıcı inançları temizlemek,

İstediğinize sahip olmanın, onu yapmanın ya da o olmanın nasıl bir şey olacağını hissetmek,

İçgüdülerinize göre hareket ederken akışına bırakmak ve sonuçların kendilerini ifade etmelerine izin vermek”

...

Belki de kabullenmen gerekiyordur. Oysa sen, her daim çok inançlısındır. Olur dersin, elbet olacak. İyilik yaptığın zaman, iyilik görürsün ya da sevdiğin kadar sevilirsin sanırsın. Çünkü, işin temeline indiğinde, ailen tarafından, ‘iyi bir insan olursan, sana da iyi davranırlar’ yalanı ile kandırılmışsındır. Boş yalanlar bunlar. Yok öyle bir şey! Kabul etmen gereken bir şey var ki; Mutlu olman için istediklerinin gerçekleşmesi gerekmiyor ve sen öyle olmasını istiyorsun diye, herşey senin istediğin gibi olamaz. Keşke her istediğimiz hemen olsa değil mi? Olsa da mutlu olsak. Ama maalesef her istediğimiz hemen olmuyor. Ne yapalım peki? Oturup üzülelim mi? Bu neyi değiştirir?

Benden bir tavsiye;

“Önce, gerçekten ne istediğine karar vermelisin, gerisi zaten çocuk oyuncağıdır. Bundan emin olabilirsin”

...

Yarın sabah, konferans sunumu için İstanbul’da olacağım. Benim için önemliydi ve gerçekten isteyip, amacıma ulaştım..

Sen de iste.. Gerçekten iste ki, olsun..

Yazımın başında da söylediğim gibi; İstediğini yapmak için değil de, gerçekten istediğin için mücadele et...

Son bir şey daha eklemek istiyorum;

Ada’ya döndüğümde sizlere güzel bir sürprizim olacak :)

Her zaman söylediğim gibi,
‘Mutluluk sizlerle olsun’

...

Sevgilerimle,
Atiye BIÇAK.



1 yorum:

Değişime olan ihtiyaç ve 'Gerçekler'..!

23:18 Unknown 0 Comments


Bu sefer, herhangi bir konuyu ele almak istemedim. Ve sadece içimden gelenleri yazma isteği ile geçtim klavyemin başına. Sanki bir arkadaşımla sohbet eder gibi..

Az önce, ilk blog yazımı okudum da, şöyle demiştim;

“Herkesin bir hikayesi vardır elbet! Benim hikayem ise; 30 yıllık ömrümde ve devamında, hiç durmadan, sonunu bir türlü bulamadığım bir sohbet. Tam bir müebbet muhabbet hesabı yani. Ve önemli olan da, kendi içimde, derinlerde bir yerlerde gerçeği biliyor olmamdır..

Her an kafamda belli belirsiz düşüncelerin ne denli ciddi olabileceğini fark ettim edeli kendi kendimle sohbet etmeye başladım. Hem de olabildiğince sık ve alabildiğine uzun. Samimi ve dürüstçe bir sohbet bu. Ama dedim ya, konular ciddi. Bu beni muhtemelen deli ya da normal olmayan biri yapar. Tıpkı diğer herkes, hepimiz gibi. Öyleyse yalnız değilimdir. Biraz deli olmak gerekir bazen, biraz da çılgın!

‘Delilik, akıl sağlığı bozuk bir dünyaya ayak uydurabilmek için yapılmış akılcı bir hamledir’ demişti çok sevdiğim bir yazar”

...

Sizin de bu tarz bir sohbetiniz vardır elbet. Biraz böylesinizdir; ya da diğer insanların da böyle olduğunu umarak, daha fazla böylesinizdir..

O zaman yukarıda yazdıklarımı biraz daha açarak devam edeyim;

Devrimin lideri olmak istemesek de, yandaşıyızdır mutlaka. Dikkat edin! Gözlerimizle algıladıklarımız, yani gördüklerimizin yanında ve onların hemen biraz dışında; kafamızda bir çok küçük resim halinde geçen bir başka dünya hatta dünyalar daha vardır. Farklı dünyaları da görüyoruz gözlerimizle ve duyuyoruz, belki de hissedip tadına bakıyoruz tüm bu varyasyonların. Umarım, bu tam da söylediğim şekildedir..

Tüm yaşananlar yanında ve onların biraz dışında. Bu sınır öylesine önemli ve öylesine ince ki, sizi tıbben akıl sağlığı bozuk noktasına getirmesi bir an meselesi. Ama yine de bu macerada bir ödül vardır. Nedir diye sorarsanız? Yaşamanın ‘gizi’ diye cevap verebilirim. Aslında, anlatmaya çalıştığım da budur. Çünkü; Sanırım, “Güzellik bakanın gözünde” dir söyleminde bahsedilen bu olmalı. Yani, görünen gerçekliğin dışında, görenin görebilmekteki mahareti. Ve inanın; İnsanlar her şeyden çok hayallerine sadık kalırlar. Olana değil de, olmasını hayal ettiklerimizi geçiririz aklımızdan. Tüm umutların ve hayal kırıklıklarının sebebi de bu değil midir zaten? Ey okuyucu, gerçekci olmalısın, olmalıyız deriz de, gerçeklerden saklanmanın bir yolu var mıdır? Gerçekten de olsaydı eğer, kim kalırdı gerçeklerle beraber?

Gerçeğin felsefesi üzerine ne denirse densin, benim iddiam odur ki gerçek; özgür iradenin önündeki en büyük engeldir ve her engel gibi yıkılmalıdır. Dünyanın yuvarlak olduğunun anlaşılmasından veya uzayın sonsuz genişlemesinin öğrenildiği andan itibaren gerçeğin sadece bildiklerimiz olduğunu anlamalı ve her bilginin de eninde sonunda yanlış olduğunu kabul etmeliydik. Aslında, inanmak için bir şeye ihtiyacımız da yok. Sadece, hayallere sadık kalmanın özgürlüğüne sarılsak, o vakit gerçeğin sadece gözümüzle gördüğümüzün olduğunu anlamazmıydık? Gerçeğin sadece bizim görmek istediğimiz olduğunu ve haklı çıkabileceğimizi? Tekrar ediyorum; “Gözlerimizle algıladıklarımız, yani gördüklerimizin yanında ve onların hemen biraz dışında”

...

Bu diğer dünya, çoğu zaman arkasından gelen diğer anlamlı, anlamsız düşüncelerle kaybolur ya da zamanla değişir. Değişir diğer tüm önceliklerimiz gibi, rüyalarımızda. İşin esasında, önemli ya da önemsiz olmasının pek bir önemi de yoktur. Sanırım, zihin denen şey, yaşamı gerekli ya da gereksiz ayrımı yapmadan herşeyi ama herşeyi gözlerinin hemen ardında bize durmadan gösterir durur. Büyüdüğümüz zamanı yaşatır, genç olduğumuz zamanı yaşatır ve bazen de ailemizle, yani tam bir aile olduğumuz zamanları yaşatır. Bu durum, zihinlerimizin sürekli mutlu olabilme, mutlu kalabilme çabası olabilir..

Ve geçmişi hatırladıkça zihnimiz oyun oynar bizimle. Geçmişi her hatırladığımızda yavaş yavaş kötü kareleri çıkartır filmden. Fark ettirmeden özlemini çektiğin duygulara erişmek için hatırladığın geçmişinden tüm olumsuz anıları teker teker çıkartır. Zihin; faşist, diktatör bir yönetim gibi; her sabah gördüğün şehrin silüetini yavaş yavaş değiştirir. Sen ne olduğunu fark etmeden çocukluğundan kalma şehrinden, silinir boş sarı tarlalar ve yerlerini camdan kaplama binalar alır. Ortada duran, akşamdan kalma siyah çöp kutularının yerini, yeşil dev tekerlekli kutular almıştır. Artan şehir nüfusunu anlamazsın. Artık şehir giderek daha çok ihtiyacına cevap vermektedir de, nedense bitmez hiç ihtiyaçların ve ihtiyaçlardan doğan ‘sorunların’..!

Belki de, tek yaşam amacın ‘değişim’ dir..

Her hatırladığında, yavaş yavaş değiştirerek daha çok bağlar seni geçmişine zihnin ve giderek daha çok yaşarsın geçmişinle..

Derhal hatırlamalıyım; Değişim önlenemez bir ihtiyaç değil midir?

Peki, asıl amaç; Geleceği değiştirmek değil miydi?

Sende derhal hatırlamalısın sayın okuyucu;
Yine yineden ve yeniden..

Gerçekler!!

Gerçeklerde kalmanız dileğiyle..

Atiye BIÇAK.

0 yorum:

Mevsimlerden Sonbahar, aylardan Eylül..

01:00 Unknown 0 Comments


Mevsim ‘Son’ Bahar..

“Çiçekli badem ağaçlarını unut!

  Değmez..

  Bu bahiste,

  Geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.

  Islak saçlarını güneşte kurut,

  Olgun meyvelerin baygınlığıyla parıldasın,

  Nemli, ağır kızıltılar..

  Sevgilim, sevgilim,

  Mevsim;

  ‘Son’ Bahar”
   ...  

Yine mevsimlerden sonbahar, aylardan Eylül. Ve, her sonbahar gelişi pişmanlığı hatırlatır bana..

Mevsim, sonbahara kapıyı aralamış. Yani, hüzün mevsimine, hazan mevsimine..

Yapraklar, kaybolup giden mutluluklar gibi yine sararıp, dökülecekler. Hele bir de dertliyseniz, yavaş yavaş ve sessizce işleyecek içinize acılar..

İnsan, mutlu olmayı beklerken, duyguları mevsimler gibi değişiyor. En çok da insanlara sonbaharı yakıştırıyorum; Sanki, bir insanın yıkılışı, uçurumdan aşağıya sürüklenişi gibi. Tıpkı yaprağın dalından ayrılması misali. Gökyüzü bile renk değiştirir böyle zamanlarda, ve bulutların ağlayışı; Mutlulukların hoyrat nehirlere akıp gitmesini temsil ediyor..

Üzülüş ve pişmanlık vardır sonbaharda; Aşka, ayrılığa, şanssızlığa ve kadere!!

Yine de bana sorarsanız, sonbahar her ne kadar kafası karışık olsa da mevsimlerin en karakterlisidir. ‘Ben böyleyim arkadaş’, ‘Siz bilirsiniz?’ diyor..

Benden bir çok şeyi alıp gitmiş olsa bile, yine de sonbaharı seviyorum. Etrafımda olup bitenlere bakıyorum ve doğanın nasıl renk değiştirdiğini görüyorum.. Sonra aklıma şu sorular takılıyor;

‘Kaç sonbaharım kaldı acaba?’

‘Ya da en son ne zaman sonbaharı dilediğim gibi yaşadım?’

Sen de bunlara benzer sorular sordun mu hiç kendine? Sormuşsan eğer, kendine olan dürüstlüğünü kaybetmemişsin demektir..

Ve şöyle bir düşünce daha takılıdı şimdi aklıma;

Belki de, bir çoğumuz uzun zamandır sonbaharı dilediğimiz gibi yaşayamadık. Yani ‘hayatı’! Ertelemiş de olabiliriz, ‘bir sonraki sefere’ diyerek. Arkadaş, zaten hep erteliyoruz hayatımızı, neden ertelediğimizi bilmeden. Daha kötüsü ise, ertelemenin aptalca olduğunu biliyor olmamız ama yine de ertelemeye devam etmemiz. Ertelediğimiz şeyleri zaman bize getirecek düşüncesine kapılmak? Hayır arkadaş! Zaman sana ertelediklerini hiçbir zaman tekrar sunmayacak. Bunu böyle bilmelisin..

Sonra ne mi olacak? Pişmanlık, bedenini yakacak ve yüreğin her sonbahar acıyacak..

Sonbahar; Hüzün mevsimi..

Kaybettiklerimiz, unuttuklarımız ya da unutamadıklarımız, yapıp da pişman olduklarımız ve yapamadıklarımız. Tüm bunlardan geriye kalan büyük bir hüzün..

Şimdi sonbaharın rengi büyütüyor içindeki hüznü. Hatta, geçmişte yaşadıklarınla ilgili sorular diziliyor düşüncelerine. Ve kendinle yüzleştiğini görüyorsun..

Ben de öyle yapıyorum. İçimde tuhaf bir hüzünle, her sonbahar kendimle hesaplaşıyorum. Nasıl ki, doğanın rengi değişiyor bu mevsimde, ben de rengimi değiştiriyorum. Yapraklarım dökülüyor ama yenileniyorum. Dedim ya; ‘her şeye rağmen, seviyorum sonbaharı’...

Yazıma, Nazım Hikmet Ran’ a ait ‘Mevsim Sonbahar’ adlı şiir ile başlamıştım. Attila İlhan’a ait sözlerle bitireyim;

“Dikenin kalbime battığı bir sonbahar günüdür,

  Sen elini bulutların içinde gezdirirsin, bulutlar senin gözlerinin üstünde yürürler,

  Oysa ben akşam olmuşum, yapraklarım dökülüyor usul usul, adım sonbahar..

  Onu neden sevdiğimi bir türlü anlamıyorum. Ağzı temmuz sıcağı, bakışları sonbahar,

  Kül mavinin yanına sarı gelirse sonbahar, sen benim yanıma gelirsen kıyamet olur”

...


Güzel ‘Son’ baharlarınız olsun...


Atiye BIÇAK.



0 yorum:

Hayatınızdan bir takım 'Çöpleri' çıkarın...

20:25 Unknown 0 Comments


Can Yücel demiş ki; “Değerinizi bilmeyen insanları hayatınızdan çıkarın”! ‘Sanırım mutlu olmanız için, yapmanız gereken en güzel şey’ diye bir kaç gün önce instagram hesabımda bu yazıyı paylaşmıştım..

Bir de; ‘En zor zanaat insanla uğraşmaktır’ derler.. Ne de güzel derler..

Son zamanlarda, şahit olduğum bir takım olaylar yüzünden aklıma takıldı bu sözler. Ve bu sefer, bir öfke ile klavyenin başına geçtim..

Dikkat ederseniz, Can Yücel; ‘Değerinizi bilmeyen insanları’ diyor. Aile, Arkadaş, sevgili veya akraba gibi kategorilere ayırmıyor. Yani sürekli olarak sizden çalan, alıp da vermesini bilmeyen, düşüncelerinizden faydalanan, pozitif enerjinizden yararlanıp, enerjinizi tüketen ama değer bilmeyen insanlardan bahsediyorum. Ve sanırım böyle insanlara ‘nankör’ deniyor..

Araştırma yaparken ‘Çöp Kamyonu Kanunu’ hikayesine rastladım. Hikaye, duygularımı çok güzel bir şekilde özetliyordu. Sizlerle paylaşmasam olmazdı:

 “Kadın taksiye binmiş ve havaalanına gitmek istediğini söylemişti.

Sağ şeritte yol alırken siyah bir araba park ettiği yerden aniden yola, önlerine çıktı.

Taksi şoförü önüne aniden çıkan siyah arabaya çarpmamak için sert şekilde frene bastı.

Taksi kaydı, ama diğer arabaya çarpmaktan kıl payı farkla kurtuldu.

Siyah arabanın sürücüsü camdan başını çıkararak bağırıp çağırmaya hatta küfretmeye başladı.

Taksi şoförü ise gayet sakin bir şekilde gülümsedi ve içten bir şekilde el salladı.

Kadın bütün bu olup bitenlerin şokunu yaşarken, taksi şoförünün tavrına daha da şaşırmıştı.

Kadın daha fazla dayanamayarak; ‘Neden böyle davrandınız? Adam neredeyse arabanızı mahvedip, ikimizi de hastanelik edecekti’ dedi.

Taksi şoförü gülümsemeye devam ederek; ‘Çöp Kamyonu Kanunu’ dedi.

Kadın; ‘Çöp Kamyonu Kanunu’ mu? Nedir o? diye sordu, zira adamın söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştı.

Şoför açıkladı: “Pek çok insan, çöp kamyonu gibidir. İçleri çöp dolu olarak her tarafta dolaşıyorlar; kızgınlığı, öfkeyi ve hayal kırıklığını biriktiriyorlar. Ancak, doldukça çöplerini bırakacak bir yere ihtiyaç duyuyorlar”

...

Hep söylerim; ‘Hayat çok kısa’! Ve gerçekten de çöplerle uğraşmaya değmez..

İnsanlara bakıyorum ve aklıma şöyle bir düşünce yerleşiyor: Hep çıkarılmaya ve bölünmeye müsaitler. Ne yazık ki, hiç toplanmaya gelmiyorlar. Nankörlük bizde, fesatlık bizde, gösteriş bizde, yüze gülüp arkadan konuşmak da bizde..

Size bir faydası olamayan insanları, sürekli şikayet edenleri, değer, kıymet bilmeyenleri, size bir şey katmayanları, sinirli insanları, sabit fikirlileri, dedikoducuları ve mutlu olana tahammülü olmayanları hayatınızdan çıkarın..

Bir de;

‘Nankörleri’ çıkarın!!

Hikayedeki şoförün son cümleleri ise şöyleydi;

“Doldukça çöplerini bir yere bırakacak insanları dikkate almayın. Sadece gülümseyin, onlar için iyi şeyler temenni edin ve yolunuza devam edin.

Onların çöpünü alıp işyerinize, evinize veya sokaktaki diğer insanlara dağıtmayın.

Çünkü, başarılı insanlar, çöp kamyonlarının günlerini mahvetmelerine ve dünyalarını ellerine geçirmesine izin vermezler”

....

Evet, Sayın okuyucu! Sen de şimdi hesaba çek kendini ve hayatından çıkması gereken bir takım insanları!!

....

Mutluluk sizlerle olsun..

Sevgilerimle,
Atiye Bıçak.


0 yorum:

Üç Maymunu Oynamak...

08:56 Unknown 0 Comments


Ne yazık ki; Manevi değerlerin dalından kopartılıp, gündelik hayatın derin sularına atıldığı bir çağda yaşıyoruz..

Bu durumu özetleyen en güzel örnek olarak aklıma; “Üç Maymun” sembolleri geliyor..

Elleriyle gözlerini, kullaklarını ve ağızını kapatan maymun figürlerini bilmeyenimiz yoktur. Hatta WhatsApp sohbetlerinde sık kullanılan semboller arasında yerini almaktadır. Bu üç maymun, görmezden gelmenin, kayıtsızlığın ve de sorumluluktan kaçmanın sembolü olarak bilinir. “Üç maymunu oynamak” diye bir tanım vardır. Ve kişinin olaylara karışmak istememesi anlamında kullanılıyor. Ne yazık ki insanoğlu, başını derde sokmamak için gerçeklere sırtını dönüp, kurnaz bir tilki gibi aradan sıyrılmayı tercih etmektedir..

Son zamanlarda, etrafıma baktıkça; görmedim, duymadım, bilmiyorum düşüncesini benimseyen, insanlığını kaybeden ve yardımlaşmadan uzaklaşan bir kitle görüyorum. Sonra da şu soru takılıyor düşünceme; ‘Gelecek korkusu?’ Her geçen gün bizi kendi benliğine hapseden teknoloji sayesinde, toplum olarak içler acısı bir durumdayız. Ve ne yazık ki, insani ilişkiler kaybolbuş durumda. Elektrik ortamların içerisine özendirilerek hapsediliyoruz. Yere düşen birine yardım etmek yerine cep telefonlarının kameralarına saldırıyoruz. Daha da kötü olan ise, günümüzün komşuluğu, bir merhabadan öteye geçmiyor. Burada anneannemin sözleri kulaklarımı çınlatıyor; ‘Eskiden komşuluk böyle miydi?’. İşte bu durum, üç maymunu tetikliyor ve insanlar duyarsız hale geliyor..

Oysa, üç maymunun simgelediği değerler, tüm bunlardan çok daha farklıdır. Bu konuda edinmiş olduğum bilgiyi sizlere de aktarmak istiyorum..

“Üç maymunun kökenleri, eski Japon Köshin folk geleneklerine dayanır. Üç maymun, on yedinci yüzyılda Japonya’da, ülkedeki iç savaşı bitiren komutan Tokugawa’nın anısına 1636 yılında yapılan anıtın önünde ağaçtan oyulmuş şeklinde yapılmıştır. Kutsal anıtlara bekçilik olsun diye konulmuş oldukları düşünülmektedir. Görmeyen, duymayan, konuşmayan maymunlar ilk defa Japonya’da ortaya çıksalar da, felsefenin ilk Hindistan’da ortaya çıktığı ve Çinli rahipler ile Çin’e, oradan Japonya’ya geçtiği düşünülmektedir. Hindistan’daki kanı ise, görmezsek, işitmezsek ve konuşmazsak şeytan bize karışmaz demektir.”

Japonca isimleri; Mizaru, Kikazaru ve İwazaru olan üç maymun, bilge maymunlarmış. Ve Japonya’da sırasıyla (şeytanı) görmemek, işitmemek ve konuşmamak anlamına geliyormuş.

Biri görmez,
Biri duymaz,
Biri bilmez...

Bu üç maymuna, bazen bir başka bilge maymun olan, Shizaru da eklenir. Kollarını kavuşturan Shizaru ise, bir şey yapmamayı temsil eder. Elleriyle gözlerini, kulaklarını, ağzını kapamalarının ve kollarını kavuşturmalarının anlamı;

‘Gerçeği görüp, görmezden gelmek’,
‘Gerçeği duyup, duymazdan gelmek’,
‘Gerçeği bilip, bilmezden gelmek’,
‘Ve hiçbir şey yapmamak’ mış...

Üç Maymun’un hikayesine gelince;

“Çok eski zamanlarda bir dağın bir yamacında iyi ve akıllı bir maymun kral, diğer yamacında da şeytan yaşarmış. Kralın çok yaşlı ama çok da akıllı üç danışman maymunu varmış. İnançlarına göre öbür yamaçta yaşayan şeytanı gören ve sesini duyanlar sonsuza kadar lanetlenip taş kesilir, maymun krallığı da felakete uğrarmış.

Bu üç danışman maymun bir gün kralları için tepede nadide çiçekler ararlarken çalıların arasında bir hışırtı duymuşlar. Merakla çalıları aralayıp baktıklarında şeytanla yüz yüze gelmişler. Şeytan, çirkin sesiyle çığlıklar atmaya başlamış. Maymunlardan birincisi, görmemek için gözlerini kapamış ama şeytanın sesini duymuş. İkincisi, kulaklarını kapamış ama o da şeytanı görmüş. Üçüncüsü ise, hiçbir şey yapamamış, şeytanı hem görmüş hem de sesini işitmiş ve bu ölümcül sırdan kimseye bahsetmemek için hemen ağzını kapamış.

Kalplerinin taşlanacağını bilerek ormanda dalları yere değen bir söğüt ağacının altına gizlenmişler. Orada korkudan titreyerek saatlerce hareketsiz kalmışlar. Gece yarısı bu sırrı kimseye söylemeyeceklerine, krallarını ve halklarını tehlikeye atmamak için ellerini kapattıkları yerlerden çekmeyeceklerine dair birbirlerine söz vermişler. O günden sonra insanlar ne zaman gözlerini, kulaklarını ve ağzını kapatmış üç maymun görseler anlamışlar ki onlar şeytanı görmüş ve duymuşlardır ama toplumun çıkarları uğruna bunu bir sır olarak saklamışlardır”

...

Şimdi, birlikte düşünelim..

Üç maymunu, sorumsuzca davranıp, kayıtsız kalmanın bir sembolü gibi mi algılıyorsunuz, yoksa kalbinizi terbiye edip, edepli davranmak için mi kullanıyorsunuz?

Buna siz karar verin...

İyi haftalar dilerim...
Atiye BIÇAK.




0 yorum:

Hayat; 'Puzzle' yapmaya benzer...

13:00 Unknown 0 Comments


Çocukluğumu hatırladım da; Sevdiğim oyunlar arasında ‘puzzle’ yapmak vardı. Tabi o zamanlar hayatın da bir ‘yap boz’ olduğunu bilmezdim. Çünkü, gözümde her şey toz pempeydi..

Bazen, gerçekten hayat tozpembe gelir insana, bazen de gerçekçi görünümünde olur. Puzzle’ı yaparken; Nasıl yaparım diye düşünürsün ya da uygun parçayı nereye nasıl koyarım dersin. Sonra parçaları sırayla alıp yerleştirmeye başlarsın. Uygun parçayı bulamayınca üzülürsün, toz pempe olan hayat koyulaşır ve bambaşka gelir sana. Parçalar gözünün önünde dursa bile göremezsin. Sanki eksik parçalar var diye düşünürsün. Oysa, gözünün önündedir ama fark edemezsin. Bazen de bir parçayı ‘şak’ diye yerine koyarsın. Eğer bakıp da göremediğin renkler varsa karşında, yerinden kalkıp uzaklaşmalısın. Puzzle’ı bir kenara bırakıp bir süre ara vermelisin. Biraz hava alıp geri döndüğünde, devam etmek daha kolay olacaktır. Hayat da puzzle yapmak gibidir. Bazen her şeye mola vermek gerekir. Bazen de dışarıdan bakmak.. Ama en güzeli ise, ‘resmin tamamlandığı’ andır..

Benim, senin veya onun hayatı farklıdır. Ve insan biraz düşünmeye başlayınca, hayatının yap boz parçalarından oluştuğunu anlıyor. Nasıl ki, bir resim parçaların birleşmesi ile oluşuyorsa, hayatta onun gibidir. Parçalar; Ya birleşir, ya da ayrılır...

‘Bir puzzle’ dan alınacak 8 hayat dersi’ başlıklı yazıyı paylaşmak istiyorum sizlerle, yazıyı biraz da özetleyerek;

“1.Tek seferde, tek adımla:

Kaç tane olasılık ve fırsat olursa olsun, bir sonraki aşamada yapacağınız şey, sadece bir adım atmak olacaktır! Unutmamanız gereken şudur ki, ilerlemek için bir sonraki adımı seçmek zorundasınız. Yaşamınızdaki ‘farkındalık’ yolculuğunuz da, bir sonraki adımı seçmek zorunda olduğunuz puzzle’lara benzemez mi?

Yani, o seçtiğiniz adımla başlayın. Tam önünüzde duran o doğru adımla. Bu adımı attığınızda karşılığını bulacaksınız.

2.“Doğru” hamle nedir?

Sadece bir tek parçanın puzzle’ın büyük bir bölümünün önünü açabilmesi ne kadar enteresan değil mi? O tek parça, en azından bir sonraki parçanın şekli hakkında size fikir verecektir. Attığınız her yeni adımda bir sonraki hamleyi seçmek, hem çok kolay olacak hem de önünüzdeki puzzle gözünüzde daha fazla netlik kazanacaktır.

Yine yaşam gibi! Bazen önünüzde bütün açıklığıyla duran doğru hamle karşısında hareketsiz kalabilirsiniz. Hatta o adımı atmaktan gözünüz de korkabilir. Bütün seçeneklere ve olasılıklara baktığınızda kararsızlık yaşayabilir ve hangi seçimin ‘doğru’ adım olduğunu bir türlü belirleyemeyebilirsiniz.

Peki ya, bir sonraki ‘doğru’ adım gerçekten de yoksa?

3.Bir parçaya takılıp kalmayın!

Eğer, o parça size hala görünmediyse, başka bir parçaya geçmenin tam da vaktidir. Kayıp parçaya takılıp kalmak, o noktoda çıkmaza girmek işin kolayına kaçmaktır. Tıpkı yaşamınızdaki kayıp parça konusuna saplanıp kalmanız gibi.

“Eğer bulabilseydim, acayip tatmin olurdum”, “Eğer o parça olsaydı, mutlu olurdum”

Bırakın olmasın, sıradaki parçaya geçin! Her şey için doğru bir zamanlama olduğuna inanmalısınız. Bu, kayıp parçayı ve huzuru bulma konusu için de geçerlidir!

4.Aradığınız kayıp parça orada. Gerçekten!

Nihayet o aradığınız parçanın kaybolmasına izin verdiniz! Açık açık göründüğü halde bulamadığınız için adete sizinle sanki dalga geçmesine aldırmadınız hem de! Ama gerçekten o parçanın yokluğunu kabul edecek misiniz? O yerine koyamadığınız, hayatınızda yer kaplayan parçadan gerçekten vaz mı geçeceksiniz yani?

Hayat da böyledir. ‘Kayıp’ dediğiniz parça tam da gözünüzün önünde duruyordu. Yalan mı? Sadece onu görmeye henüz hazır değildik!!
Belki o kayıp parçayı görmeye ve hayatınızdaki boşluğu doldurmaya hazır olmayabilirsiniz. Aramaktan vazgeçtiğinizde o kayıp parça kendini zaten gösterecektir..

5.Görünen aldatıcı olabilir!

Puzzle parçalarının nasıl kesildiğini hiç merak ettiniz mi? Sizce rastgele mi kesiliyor parçalar, yoksa işin içinde olayı daha da zorlaştırmak isteyen cin fikirli puzzle tasarımcılarının şakaları mı var?

Neden bahsedildiğini mutlaka anladınız..
Yaşam da böyledir. Algıladıklarımızla keyiflenmemize pek izin vermez. Tam da bir şeylerin neye benzeyeceğini bildiğimizi düşündüğümüz zamanlara dikkat edin, çoğunlukla bir pürüz çıkmaz mı böylesi anlarda?

Gözleriniz tamamen açıkken daha yakından baktığınızda, nüansları ve incelikleri görmeye başlarsınız. Bir süre sonra, düşündüğünüz şeyin ya da görmek istediğiniz şeyin değil, gerçekte olan şeyin mutlaka ortaya çıktığına tanık olursunuz.

6.Zorlamak işe yaramaz!

‘Çok benzer’ olduğunu düşünerek, bir parçayı ait olmadığı bir boşluğa sığdırmaya uğraşmadınız mı hiç? “Belli ki yine o hınzır puzzle tasarımcıları neredeyse birbirinin aynı parçalar kesmişler!” diye düşündünüz muhtemelen. Aynı şekil, aynı renk, her şey aynı..

Hayatın ‘Hemen hemen ama tamamen değil’ anları yok mudur? Tam da bu noktada Einstein’ın ‘delilik tanımı’ akıllara geliyor;
“Delilik; aynı şeyleri yapıp, farklı sonuçlar beklemektir” demiş..

Hayat da böyle.. Haydi deliliklerimizi minimize edelim. Eğer bir şey birincide, ikincide ve üçüncüde sizin için faydalı olamıyorsa, onu atın! Başka bir şey denemenin tam da zamanıdır..

7.Giderek kolaylaşır:

Belki başlangıçta beş, altı ya da on deneme sonrasında parçayı doğru yere koyarsınız. Ama sonlara doğru geldiğinizde her parçayı bir ya da iki denemede yerleştirdiğinizi görürsünüz. Son parçayı yerine koyana kadar gittikçe daha da kolaylaşır puzzle’ınız. Bir boşluk, bir puzzle parçası, bir boşluk bir puzzle parçası..

Ve ‘farkındalık’ yolculuğunuzda bariz bir adım atmış olursunuz!
Sonrası mı? Elbette çocuk oyuncağı!

8.Attığınız adımları kutlayın:

Yerine koyduğunuz her parça için mutlu olmayı bilin. Farkındalığınızın artmasına yardımcı olan her anlayış ve her küçük yeni fikri bile kutlayın.
Yerleştirdiğiniz her bir puzzle parçası ve yolculuğunuzdaki her bir adım, sizi bütüne yaklaştıracaktır”

...

Yazımın başına dönecek olursam; ‘En güzeli ise, resmin tamamlandığı andır’ demiştim..
O zaman söyleyin bakalım, hayatınızdaki o an, hangi andır? Ya da hangi andı?

...

Mutlu hafta sonları..

Sevgilerimle,
Atiye BIÇAK.



0 yorum:

Bazı şeyler 'Değerlidir' ...

12:00 Unknown 0 Comments


Tanıdık bir hikaye ile başlayım bu hafta yazıma;

“Baba işten yorgun argın eve geç gelmişti..

Baba ile çoçuk arasında şöyle bir konuşma geçti;

Çocuk: Baba, bir şey sorabilir miyim?

Baba: Evet..

Çocuk: Baba bir saatte ne kadar para kazanıyorsun?

Baba: Bu senin işin değil..

Çocuk: Babacığım lütfen, bilmek istiyorum..

Baba: İlle de bilmek istiyorsan 20 lira..

Çocuk: Peki bana 10 lira borç verir misin?

Baba: Benim senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi, derhal odana git ve kapını kapat..

Çocuk sessizce odasına çıkıp, kapıyı kapattı.

Adam sinirli sinirli ‘Bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder’ diye düşündü. Aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşti ve çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını düşündü. Belki de gerçekten lazımdı..

Yukarı çocuğunun odasına çıktı ve kapıyı açtı. Yatağında olan çocuğa; ‘Uyuyor musun?’ diye sordu. Çocuk; ‘Hayır’ diye cevap verdi..

‘Al bakalım, istediğin 10 lira. Sana az önce sert davrandığım için üzgünüm. Ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim’ dedi..

Çocuk sevinçle haykırdı; ‘Teşekkürler babacığım’..

Hemen yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkardı. Babasına baktı ve yavaşça paraları saydı. Bunu gören adam iyice sinirlenerek; ‘Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun? Benim, senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak vaktim yok’ diye kızdı..

Çocuk; ‘Param vardı ama yeterince yoktu’ dedi ve yüzünde mahcup bir gülücükle paraları babasına uzattı;

‘İşte 20 lira.. Senin bir saatini alabilir miyim? Yarın bir saat erken gelebilir misin? Seninle akşam yemeğini birlikte yemek istiyorum’ dedi”

...

Evet! Bazı şeyler çok değerlidir...

Bir de Can Dündar’ın ‘İyi Düşünün’ adlı şiirindeki bazı mısralardan bakalım hayattaki değerli şeylere;

“Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi?

  Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?

  Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?

  Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?

  Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?

  Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?

  Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?

  Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz?

  Çimlere uzandığınız oldu mu?

  Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?

  Kaç kez kuşlara yem attınız?

  Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?

  Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?

  Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?

  Kimseyle barıştınız mı bu yıl?

  Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez farkettiniz bu yıl?

  İyi bir yılın, bunlar gibi birçok ‘küçük şeylere’ bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl?

  Yayılın çimenlerin üzerine.. Acele edin.. Er veya geç.. Çimenler yayılacak üzerinize..”

...

Bunlar, çok basit, derin ve anlamlı sözler. Ama insanlar, amaçlarına ulaşmaya çalışırken bu küçük şeyleri farkedip, mutlu olmak yerine; Hayatın, sevginin, ailenin, dostluğun ve aşkın değerini unutuyor ve karşısındaki kişiyi hiç düşünmeden kırıyor..

Bazıları ailelerini hiçe sayıp, acı çektiriyor..

Bazıları dostluğun, arkadaşlığın kıymetini bilmeyip, küçük sebeplerden dolayı kaybediyor..

Bazıları ise, aşk kolay yakalanır sanıyor..

Zaman çok hızlı geçiyor..

Hayat ise çok kısa..

Değerini bilin..

Mutlu kalın..
Sevgilerimle,
Atiye BIÇAK.












0 yorum:

Plansız, Programsız bir hayat nasıl olur acaba?

10:48 Unknown 0 Comments


İçinde bir yerlerde yaşanmamışlıklar mı var? Yoksa, çocuksu hevesle başlayıp yarım kalan isteklerin mi var? Yapmak istediklerin, kabuğundan çıkıp hayat bulamıyor mu? İçeride sıkışıp kalıyor, can verip de veda mı ediyor sana?

Ne kadar çok soru ile başladım yazıma değil mi? Belki de senin kendine soramadığın sorularla, ben buradan sesleniyorum sana..

Belli düşüncelere hapseder ve biçimlendirilmiş bir çerçeve gibi hayat yaşamaya mecbur kılarsın kendini. Hatta o kadar ciddiye alırsın ki bu kalıplanmış mecburiyeti, ileriye dönük planlar programlar yaparsın. Bir de üstüne; ‘Bir daha asla yapmayacağım’ dersin ya! İşte söylediğin bu cümleye çok dikkat et! Bunu söylediğin andan itibaren, kendine olan samimiyet sınavın, başlar. Asla yapmam dediğin şey, en sevdiğin kişinin elinden, dilinden, gözünden gelir önüne. Eğer ona da, hayır dersen, geçersin sınavı..

Hayat zaten bir sınav!

Yaparım veya asla yapmam dediğin her ne ise, söylediğin andan itibaren başlar senin sınavın. Ve sen artık söylediğin sözlerin esiri olmuşsundur. Hani derler ya; ‘Söz ağızda iken sahibinin esiridir, ağızdan çıktıktan sonra sahibi onun esiridir’..

İnsan; Her söylediği kelimenin mahkumu olduğunu ve başını öne eğmeden, dik bir şekilde doğru yönü bulması gerektiğini bilecek! Bilecek ki, söyledikleri sadece kısa vadeli hisleri kapsamasın, mahkumiyet gibi görünse de özgür hissetsin kendini..

Kendini en güçlü hissettiğin zamanlar olur ya hani, öyle zamanlarda büyük sözler söylemeye yeterli olduğunu düşünürsün ve milyonlarca kelimeyi sanki hedefine kesin isabet edecekmiş gibi, ok atarcasına fırlatırsın. Ama bir de bakarsın ki, o attığın oklar sana geri dönmeye başlamıştır. Ne kadar büyükse kelimelerin, sana daha hızlı geri döner ve sen de kalırsın öylece! Ya söylediklerini karşılayabilme kapasiteni artıracaksın ya da yenileceksin! Kime mi? yenileceksin! Tabi ki kendine..

...

 “Sen ne plan yaparsan yap, hayatın seninle ilgili başka bir planı vardır” sözüne konuyu bağlamak istedim ve bağladım. Şöyle de devam edeyim;

‘İnsanoğlu bir şeyler planladığında, Tanrı yukarıdan gülümsermiş”..

Yıllar önce, bir kitabın satır aralarında bu cümleye rastlamıştım. Ve bunu okuduğum günden itibaren bir şeyleri planlamayı, daha doğrusu; ‘planlı-programlı’ bir şekilde yaşamayı bıraktım..

Sen de, ‘Planlar’ yerine, yapmak istediklerini koy not defterine. Önce iste, sonra da yapmak için çabala. Bir yere mi gitmek istiyorsun? O zaman gitmeye azmet ve gitmenin koşullarını oluştur. Önümüzdeki sene giderim deyip de erteleme zamanı ve hayatı. Mesela; ‘Kısmet’, ‘Bakarız’ gibi kelimelere yer verme hayatında. Uzun vadeli planlar yapma! Kim bilir, belki de bir sonraki yazı göremezsin..

Çünkü hayat böyledir. Bir şeylere ulaşmak için planlar yaparken, kaçırdıklarından ibarettir. Planlar yaparsın ama hiç aklında olmayan bir durumun ortasında bulursun kendini. Böyle olunca da, üzülsen mi, sevinsen mi, bilemezsin. Sevinç ve hüznü bir arada yaşarsın..

...

Ben de, bu sefer ne yazacağımla ilgili hiç birşey düşünmeden bilgisayarımın karşısına geçtim. Beş on dakika bakıştık öylece. Sonra da aklıma, insanın plan, program yapmadan da yapmak istediklerine ulaşabileceği fikri takıldı ve ortaya da böyle bir yazı çıktı..

Soru sorarak başladım, son bir soru ile bitireyim yazımı izninizle;

Hayatınla ilgili ileriye dönük yapmış olduğun planlar bir yerden sonra seni kendine mahkum edecektir. Bu yüzden  tekrar söylüyorum; Asla ‘asla’ deme ve hayat ile ilgili çok fazla plan yapma. Çünkü; nasılsa hayatın seninle ilgili bir çok planı vardır..

Değil mi?

...

Mutlu kalın..

Sevgilerimle,
Atiye BIÇAK.



0 yorum:

Göçmen kuş ile Serçe. Ve İhanet!

10:20 Unknown 0 Comments


Derler ki; “Kimin yarasına kabuk olursan ol, iyileştirdiğin an düşersin”

...

Tek bir cümle, alıp götürdü seni kalbinin en derinlerine. Değil mi? Belki de bir an durup düşündün yaşadığın hayal kırıklıklarını..

Sanırım böyle bir durumla karşı karşıya kalmayan yoktur. Bunun adına ne derseniz deyin! İster aldatılmak deyin, ister menfaat! Ama bana sorarsanız; “İhanet” derim..

İnsana en çok koyan, hayatın gerçeklerini en yakınlarından öğrenmesidir. Sonra da, yaşanılanlar da ‘suçlu kim?’ diye aranır. Sen karanlıkların içinde kaldığında, kimin suçlu olduğunun bir önemi var mıdır artık? Sadece ihanetin arkasından gelen, ünlem işaretleri ile dolu koca bir hayal kırıklığı vardır! Gün gelir, temeli en sağlam sevgiler bile ihanetle yıkılır. Ve ihanetin büyüğü, küçüğü olmaz. Çünkü; “İhanet” ihanettir!

Ben sözü fazla uzatmadan güzel bir hikaye ile devam edeyim, hikayeyi biraz da süsleyerek..

 “İhanetin adı göçmen bir kuşa verilmiş, Sadakatin adı ise; bir serçeye...

Göçmen kuş bütün bahar ve yaz boyunca, küçük köyün üstünde serçeyle beraber uçmuş..

Küçük sinekleri, kurtları yemişler, kış yağmurlarıyla şaha kalkmışlar, derelerden su içmişler..

Masmavi gökyüzünde dans etmişler, çiçek açan ağaçlara konup, papatya tarlalarında gezmişler..

Ve birbirlerine söz vermiş kuşlar; ‘Ayrılmayacağız’ diye..

Kış gelmiş, göçmen kuş adına yakışanı yapmaya kararlıymış, serçe ise, her zamanki gibi sadık!

Ama sevgi de yabana atılmaz bir gerçek..

Serçe için ayrılık acı, ihanet kötüymüş. Göçmen için ise yaşamak önemliymiş..

O, baharların tatlı eğlencesiymiş sadece..

Gel demiş serçeye benimle beraber, başka bir bahara uçalım..

Serçe ise yeni baharı burada bekleyelim demiş.

Ama kış acımasızdır demiş göçmen, burada yaşayamayız, aç kalır üşürüz.

Serçe, hayır demiş, kışın kötülüklerinden beraber korunuruz.

Göçmen, inanmamış serçeye, hayır gidelim demiş.

Serçe için gitmek nasıl bir ihanetse yaşadığı yere, kalmakta aynı şekilde ihanetmiş sevgiliye..

Ve karar vermiş, sevgiyi seçmiş, uçacakmış yeni bir bahara..

Göçmen ve serçe çıkmışlar yola..

Ama serçe zayıfmış, onun kanatları uzun uçuşlar için değilmiş. Dayanamayacakmış bu yola..

Oysa, göçmenin kanatları güçlüymüş. Çünkü o hep kışların zorluklarından kaçarmış yeni baharlara..

Bir fırtına yaklaşıyormuş ve göçmen, fırtınaya yakalanmamak için hızlı gidiyormuş..

Ama serçe iyice zayıf kalmış, yavaşlamaya başlamış ve göçmene duralım demiş, biraz dinlenelim.

Göçmen itiraz etmiş, fırtına geliyor, ölürüz demiş. Serçe ise, çok fırtına görmüş, kurtuluruz demiş..

Ama göçmen yürü demiş serçeye, birazdan okyanuslara varacağız.

Serçe sevgisine uymuş ve göçmenin peşinden son bir gayretle gitmiş..

Birazdan varmışlar okyanusa..

Göçmen için bu büyük deniz kurtuluşuymuş ve buraları çok iyi bilirmiş.

Ama serçe ilk kez görüyormuş ve sanki gökyüzünden daha büyükmüş bu yeni mavi.

Serçe artık dayanamıyormuş ve son bir sevgi sesiyle seslenmiş göçmene;

‘Artık gidemiyorum’..

Göçmen serçeye bakmış, bakmış ve devam etmiş..

Okyanus çok büyükmüş, serçe ise çok küçük,
Serçenin sevgisi de çok büyükmüş ama göçmen çok küçük..

Okyanusun mavi sularında bir minik SADAKAT,

Yeni bir baharın koynunda koca bir İHANET”

...

Hikayeden de anlaşılacağı gibi; Göçmen kuş, başka bir kıştan gelip, yarası kabuk tutup iyileşene kadar serçe ile birlikte gezmiş ve güzelce eğlenmiş. Sonra da kendisi için zorlu bir yolculuğa katlanan minik serçeyi okyanusta yalnız başına bırakıp, yeni baharlara uçmuş..

Ama siz yine de, sevgisinin peşinden uçtuğu için, serçeyi suçlamayın. Neden mi? Çünkü, ilahi adalet diye bir şey vardır ve iyilik elbet kazanır...

Mutlu kalın...

Sevgilerimle,
Atiye BIÇAK.





0 yorum:

'İmkansız' diye bir şey yoktur...

00:11 Unknown 0 Comments


Altı ay önce başlamıştım blog yazmaya. Yazdıkça daha çok sevmeye başladım bu işi ve keyif aldıkça, daha bir yazasım geldi. Ben bir ‘yazar’ değilim ve amacım da ‘yazar’ olmak değil! İlk başlarda; kısa sürede, bu kadar yol alabileceğimi ben de tahmin etmiyordum. Sizlerden gelen güzel yorumlar, mesejlar ve her zaman takipte olduğunuz için; ‘İyi ki varsınız’ diyorum. Çünkü, ‘İyi ki blog yazmaya başlamışım’ dememi sizler sağladınız...

“Impossible is nothing”... derler...

O zaman şimdi, bu haftaki yazıma yine bir Nasreddin Hoca fıkrası ile başlayayım:

“Nasreddin Hoca, bir gün elinde koca bir bakraç yoğurt mayasıyla gölün kenarına gelmiş. 
Başlamış kaşık, kaşık dökmeye. Hocayı görenler;

-Hocam, ne yapıyorsun?

Hoca:

-Göle yoğurt mayası çalıyorum demiş, kıs kıs gülerek.
-Hocam, göl maya tutar mı hiç?

Hoca cevabı yapıştırmış tabi:

-Ya tutarsa?”

....

“İmkansız diye bir şey yoktur, yalnızca olasılığı çok düşüktür.”

....

Bazen, olmasına imkan ve ihtimal olmayan bir şeyi çok istersin. Hatta inatla direnirsin olana kadar. Haftalar, aylar ve belki de yıllar sonra bir bakmışsın ki, o imkansız görünen şeyi, hayat yoluna hiç ummadığın anda çıkarmış ve bir armağan gibi sunmuş sana. İşin ilginç tarafı ise, tam ümidi kesip, uçurumun kenarından aşağıya düşersin korkusu ile geri dönmek istediğin zaman; ‘gel hadi, geç şu uçurumu’ dercesine köprü kurar hayat senin yoluna. Tabi, sen o yoldan hala daha vazgeçmemişsen, kabul edersin bu armağanı...

‘Herşey olması gerektiği gibi mi gidiyor?’ yoksa ‘Böyle gitmesi gerektiği için mi?’ diye arada durup düşünüyor insan. Olmasını istediğin ve beklediğin şeyler için, sana engeller koyarken hayat, kimisinin üzerine de bazı şeyler gökten zembille iniyor değil mi?

Bana sorarsanız; Aslında herşey kişinin kendi elindedir. Ve o ‘engeller’ zamanla ortadan kalkar, eğer yeteri kadar çaba sarfedip istiyorsan; Hayatındaki ‘Keşke’lerin ‘İyi ki’ lere dönüşeceğinden şüphen olmasın..

Tekrardan Hoca’nın fıkrasına geri dönelim;

Takdir edersiniz ki, bir bakraç maya ile göl yoğurt tutmaz. Aslında Hoca, göle maya çalma bahanesi ile bize ‘İmkansız’ diye birşeyin olmadığını anlatmak istemiştir..

Ulaşmak istediğin hedeften, seni vazgeçiren durumlar ya da engeller ile karşılaşabilirsin. Ve bu çok normaldir. Önemli olan, tüm zorluklara rağmen, aşabilmek için çabalamak gerektiğini bilmektir. Yani, göl maya tutmaz önyargısı ile hedeften vazgeçersek, göl asla maya tutmayacaktır! Varsın, dışardan seni izleyenler bu çabalamana gülsünler. Belki de, senin deli olduğunu bile düşüneceklerdir. Boşver! Takılma sen onlara. Çünkü, olmayacak bir şeyin olacağına inanmak ve bunu başarmak cesaret işidir, delilik değil..

....

Yazımın başında söylediklerime gelince;

Belki ben, Nasreddin Hoca gibi ‘Ya tutarsa’ diyerekten başlamadım yazmaya ama mücizelerin olduğuna hep inandım. Yakın zamanda ise, sizlere bir süprizim olacak...

Yaşamınızdaki engelleri tek tek çıkarmanız dileklerimle...

Mucizelere inanın.. Ve mutlu kalın...

Sevgilerimle,
Atiye BIÇAK






0 yorum:

Bazen de 'Bırakmak' gerekir ipin ucunu...

10:00 Unknown 0 Comments


Düşünüyorum da, acaba neydi gerçekte yanlış olan? Gittiğimiz yol muydu, yoksa o yolda karşılaştığımız insanlar mıydı yanlış olan?? Yanlış ne kadar yanlıştı, ya da ‘doğru’ diye bir şey var mıydı? Sanırım, çok doğru bir cümle ile başlamadım yazıma. Ama yolun başında olduğu gibi, bazen bilemeyiz ki neyin yanlış, neyin doğru olduğunu..

Bir kaç hafta önce instagram hesabıma, blog konusu için gelen yorumlar ve mesajlar arasında; “Var olan ama aslında olmayandan vazgeçmek”, “Zorluklara karşı dik durmak”, “İnsan hayatındaki takıntılar”, “Sürekli olarak bir şeyleri elde etme isteği”, “İntikam”, “İnsanların egolarına yenilmesi” gibi konular vardı. Bir de bu yorumlar arasında; “Gerçek hayatta imkansız diye bir şey var mı?” diyen olmuştu. Bu konuya, bir blog yazımda mutlaka yer vereceğim deyip, bu haftaki yazıma devam edeyim izninizle..

Tüm o yazdığınız yorumlarınıza karşılık olarak ben ‘Bırakın’ diyorum. Evet, bırakın!

Bir şeyin olmasını çok isteriz ya hani. Aslında tamamen iyi niyetliyizdir. İyilik olsun isteriz, güzel ilişkilerimiz olsun, sevelim, sevilelim isteriz. İlgi görelim ve ilgilenelim, önemsediğimiz kadar önemsenelim, hatırladığımız kadar hatırlanalım isteriz. Ve belki de, bunların olmaması için hiç bir sebep yoktur. Ama yine de olmaz...

Hep şarkı sözlerinden gidiyor diyeceksiniz ama, ‘sevelim, sevilelim’ deyince, yine bir ezgi çaldı kulağıma:

Zülfü Livaneli;

“Dünyayı güzellik kurtaracak”, 
“Bir insanı sevmekle başlayacak herşey” diyordu..

Ve ne güzel bir mısraydı. Birbirinden farklı iki cümle ama birbiriyle de bir o kadar uyumlu. Bu iki ayrı cümleye bakacak olursak;

‘Dünyayı güzellik kurtaracak’ diyen Dostoyevski ve ‘Bir insanı sevmekle başlar herşey’ diyen Sait Faik’in sözlerini birleştirip, sanki bir şeyleri anımsatmak istiyordu bizlere. Duyguları ortak bir noktada buluşturmayı başarmıştı sanatçı. Sanatçıya göre, bir insanı sevmekle başlayabilirdi herşey..

Evet, diğer herşeyi bir kenara bırakıp, belki de sadece severek ve sevilerek devam etmeliydik yolumuza. Seçtiğimiz yol; İster ‘Yanlış’ olsun, İster ‘Doğru’ ...

Hayatımızda, kaçmasın diye sıkı sıkı tuttuğumuz ve asıldığımız ipler vardır. Tuttuğumuz her ne ise, bizi sadece tuttuğumuz şeye bağlayan ve bırakamadığımız, hatta kendimize doğru çektikçe, yıpranarak düğümlere dönüşen ipler! İşte, böyle zamanlarda belki de daha çok yıpranmaması için bırakmak gerekir..

Arda Erel’in dediği gibi;

“Bırak dünün senden götürdüklerini, sana kazandırdıklarını düşün. Giden gitti çoktan ama kazandırdıkları, sana kattıkları hala seninle, yanıbaşında. Bırak kimin sana ihanet ettiğini, nasıl ettiğini, niye ettiğini. Herkesi anlayamazsın. Yapmak istemiştir, yapmıştır. Yorma olayları, insanları. Çözdüm derken, bambaşka biri çıkar insanların içinden..

Bırak arkandan ne dediklerini, niye dediklerini, kime dediklerini. Ne yaşadığı hakkında ufacık fikri olmayan insanların, değersiz, boş yorumlarını..

Bırak yarın neler getirecek diye düşünüp durmayı. Dünde bugünü merak ediyordun. Yaşayıp gör. Endişe, güzel şeyler yaşamanı engeller. Güven, güzel şeyler olacağına..
Sen bırakmadıkça, bırakamadıklarını içini yiyip bitirecek. Bırak ki, o bırakamadığın kötü şeyler de seni bıraksın..”

Çoğu zaman, hiçbirimiz de bu kadar detaylı düşünemeyiz. Aslında, detaylı düşünmeyi ve analizi gerektiren bir durum da yoktur ortada. Ama genelde böyle düşünmeyiz ve yormaya devam ederiz, hem kendimizi hem de insanları. Belki de çoktan bitmiştir bitecek olan, yine de ‘inceldiği yerden kopsun’ diyemeyiz. Çünkü, kopmamıştır inceldiği yerden ve acıtmaya devam eder inceden. Zorlarsan olmaz, ama olmayışı da zorlar. Değil mi?

O zaman şunu bilmelisin sayın okuyucu; O zorladığın kapı, yüzüne kapandıysa eğer, sana düşen o kapının önünde beklemeyi bırakmak ve açılacak yeni kapılara yönelmektir..

Bazen, gerçekten ipin ucunu bırakmak gerekir. Dönen mevsimler gibi akışına bırakacaksın, olayları ve insanları. Özgür bırakıp, özgür olmayı seçeceksin. Olmuyorsa, olmuyordur! Sen de bunu bileceksin. Bilip, kabul edeceksin, sonra da bekleyip, sonuçları göreceksin..

Ve son bir söz;

Unutmayın ki; Bir ip koptuğu zaman yeniden bağlanabilir ama eskisi gibi çekmeyecektir;

İster ‘Yanlış’ olsun, İster ‘Doğru’

...

Mutlu hafta sonları...

Sevgilerimle,
Atiye BIÇAK.


0 yorum:

Gerçekten! Neydi 'Huzur'..?

09:35 Unknown 1 Comments


Bu sabah İstanbul’a uyandım..

İstanbul’u severim. Tüm kalabalıklığına ve gürültüsüne rağmen hep huzur vermiştir bana. Zaten, huzuru sessiz ve sakin yerlerde aradığım hiç olmadı. Bana sorarsanız; Kalabalıkların ve sıkıntıların içerisinde bir yerlerde yanan tek bir mum ışığının yüreğimizi aydınlatmasıdır huzur. Çünkü, yanan bir tek mumun, yüzlerce mumu aydınlatabileceğine inanıyorum..

İstanbul deyince, kalabalık ve gürültü gelir aklıma. Bir de, sarayların ve kralların olduğu dönemler! Kral demişken, bir hikaye de buraya yakışır:

“Bir gün, halkı tarafından sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder. Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar ve birbirinden güzel resimler yaparlar..

Sonunda eserleri saraya teslim ederler. Tablolara bakan kral sadece iki resimden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir..

Resimlerden birisinde, sükunetli bir gölge vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar ise gökyüzünü süslüyorlardı. Ve bu resme kim baktı ise, onun mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşünüyordu..  

Diğer resimde de dağlar vardı. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden yağmurlar boşanıyor ve şimşek çakıyordu. Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağıldıyordu.. Kısaca resim, hiç de huzurlu gözükmüyordu..

Fakat kral resme bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık gördü. Çalılığın üstünde ise, anne bir kuşun örttüğü bir kuş yuvası görüyordu. Sertçe akan suyun orta yerinde, anne kuş yuvasını koruyordu..

Harika bir huzur ve sükun örneği.. Ödülü kim kazandı dersiniz? Tabi ki ikinci resim. Kralın açıklaması ise şöyle idi;

‘Huzur, hiç bir gürültünün, zorluğun bulunmaması ve sıkıntının olmadığı yer demek değildir. Huzur, bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükun bulabilmesidir’...”

...

Huzuru aradığımız zamanlar olmuştur. Ya da hayatımızın bazı dönemlerinde ‘nasıl huzurlu olabilirim?’ diye kendi kendimize de sormuşuzdur. Kimimiz bir şarkının nakaratında, kimimiz bir kitabın satır aralarında, kimimiz bize söylenen bir cümle de, kimimiz de geçmiş günlerde hep onu arar dururuz, telaşlanır da peşinden koşarız. Bazen de bir deniz kenarında oturur uzaklara dalarız. Ya geçmiş günlere yad ederiz ya da bir gün gelip kapımızı çalarsa diye beklemeye başlarız huzuru. Umutsuzlukların ardında saklar da, kaygıların arasında özleriz onu.  Sonlara erteleriz ve ümit ederiz gelecekte bizimle olsun diye. Sonra, sert bir dalga kıyıya vurur, çıkarız daldığımız yerden...

Sayın okuyucu, ‘Huzur’ diyorum..! Belki de, hiç bir karşılık beklemeden, herhangi bir neden aramadan sadece içimizden geldiği gibi yaşayarak bulacaktık huzuru. Huzuru arayanlar olmuştur elbet. Günün sonunda bulmuşlardır ya da yaşamları boyunca bulamamışlardır. Hatta, aramaktan yorulup, onun gelip de kapıyı çalmasını bekleyenlerde vardır. Bilemeyiz! Bir de, instagram ya da facebook hesaplarına bakıyorum; herkes mutlu, herkes huzurlu. Ama çoğu zaman o fotoğraf karesinde göründüğü gibi değildir hayatlar. Zaten, sorsan herkes mutlu, huzurlu ve kalbi temiz. Ama baksan bu kadar acı, gözyaşı ve kahrolası kötülük nereden geliyor? Niye sahte pozları karelere koymak için kendimizi şartlıyoruz? Çünkü, gerçeklerin bizi bizden aldığını biliyoruz da ondan...

Gerçeklerde tıkanıp kalıyor musun? Değişime olan ihtiyacını biliyorsun ama bağlılığa olan sadakatin ağır basıyor değil mi? Eğer durumun böyle ise, sen gerçekten de ‘gerçeklerin’ farkında değilsin ve bu yolda isen huzurun seni bulmasını boşuna bekliyorsun..

Gerçeklerde tıkanıp kaldığında hayatın, soluk alman güçleşir, yüreğin susar ve mantığın ayaklarından tutup sürüklemeye başlar seni. İşte, o zaman gittiğin yoldan tam geriye dön yüzünü. Yüreğini rahatlatacak yeni yollar seçmeye başla. Yeni yollar, yeni insanlar! Ertelediğin ve yapmak isteyip de bir türlü yapmaya cesaret edemediğin her ne varsa gerçekleştirmeyi dene. Her geçen gün, ölüme bir gün daha yaklaştığını unutma! Farzet ki; zamanın akan bir nehir, sen de kayık da giden bir yolcusun ve kayıktan insen de o gitmeye devam edecektir..

Evet; ‘Zaman’! Huzuru bulmaya çalışırken, zaman da hızla geçip gidiyor. Ve sen, her akşam aynı can sıkıntılarıyla eve giriyorsan, belki de değiştirmeye çalışmalısın bir şeyleri. Mesela, güneş gözlüklerini yüreğine takıp, gördüklerini hissederek yoluna devam edebilirsin...

Nasıl ki, hikayedeki  kral, o gürültülü tablo da bır ışık gördü, emin ol ki, senin hayatında da göremediğin yanan bir mum vardır. Belki de senin huzurun orda saklıdır. O zaman kendi tablona dikkatli ve gördüklerini hissederek bak...

Huzur, ne geçmişte kalmıştır, ne de yarınlarda saklıdır. Huzuru, ertelemekten ve geç kaldığını düşünmekten vazgeçtiğin zaman, onu yanında bulacağından emin olabilirsin...

Mutlu hafta sonları..

Sevgilerimle,
Atiye Bıçak.





1 yorum:

Bazen 'nokta' koyup. 'Büyük' harfle başlamak gerekir hayata...

10:00 Unknown 0 Comments


“Nasreddin Hoca’nın hikayesinde olduğu gibi; O su dolu kovayı ne kadar çekmek istersek isteyelim, bazen bir türlü beceremeyiz. Hatta amacımıza ulaşmak için kan ter içinde kalırız. Varmak istediğimiz hedef her ne ise, emin olmamız gereken bir şey vardır ki, o da; asıldığımız ipin ne kadar sağlam olduğudur.” diye yazmıştım geçen haftaki; ‘Boşa mı kürek çekiyoruz acaba?’ başlıklı blog yazımda..

Biraz düşündüm de, boşa kürek çekmemek için, bazen de virgül yerine noktayı koymak gerekir hayatta. Çünkü, noktadan sonra büyük hafr gelir ve cümlenin anlamını daha da artırır. Bazı şeylere nokta koyup, yeni bir cümleye ya da yeni bir hayata başlamak, belki yaşanılan bir ilişkiyi, belki de bir dostluğu bitirmek için gereklidir.

Nokta koymak demek, büyük harfle başlamak demektir aslında. Peki siz noktayı koyup, büyük harfle başlayabilir misiniz yeni bir hayata?

Bir de nokta ile virgül arasında kalmışsan eğer, noktayı koymaktan hiç çekinme. Çünkü, bunu düşüneceğin bir durumda olmazdın, zaten nokta koyman gerekmeseydi. Bir şarkı sözü vardır. Hatırla; ‘Sil baştan başlamak gerek bazen’..

Kolay değildir yaşamımızdaki olaylara öyle birden bire nokta koymak. Bunun yerine biz kendimizi virgül ve ünlem işaretleri eklerken buluruz. Oysa çok da zor olmasa gerek, nokta koyabilmek ve bitirmek..

Kabul edelim; Hayatlarımızda tüm kusurlarına rağmen mükemmel olduğunu düşündüğümüz insanlar vardır. Ama gün gelir, mükemmel sandıklarımızın sadece durum yanılması ya da hayal kırıklığı olduklarını fark ederiz. Yanılabiliriz, çünkü takdir edersiniz ki, mükemmel bir dünyada yaşamıyoruz ve bizler de mükemmel değiliz! Bu bir yaşam oyunudur ve bizlerde sahnede üzerimize düşen rolleri oynayan birer oyuncuyuz. Bugün ‘süperman’ yerine koyduklarımız, yarın o kadar da süper olmayabilir. Bilmeliyiz ki, onlarda sadece kendi rolünü oynuyorlardı. Biz oyuncuyu değil de, oyunu suçlayalım. Çünkü, suçlu yok! Suçlu zaten ‘kader’..!

Evet! Gereksiz beklentiler, darbeler, üzüntüler, şoklar ve daha fazlasını bilmek düşünceleri azaltır. Kopuyor mu bir şeyler? Engel olamıyor musun buna? Bırak o zaman, zorlama; ‘İnceldiği yerden kopsun’ derler. Gerçekten çok da iyi demişler. Eğer bugün inceldiği yerden kopmasına izin vermezsen, gün gelir o ip, en sağlam yerinden kopar. İşte o zaman daha çok canın yanar..

Severek okuduğum bir kitapta şu satırlara rastlamıştım;

“Kopar bazen inceldiği yerden senin koparamadıkların. Oysa ne emekler verdin değil mi? Nasıl da özenmiştin! Kıymetini yanındayken anlamaz bazıları. Kopmak, gitmek gerekir bazen. Kimi yanındayken kimi de uzaktayken değerini bilir. Sen yine de bitmelere üzülme. Çünkü her bitiş kendini iyileştirmen için bir fırsattır”...

Ve şöyle devam ediyordu kitabın satırları;

“Bizler en yakınımızda olduğunu düşündüğümüz insanlara ne de olsa elimde ve kaybetmem duygusuyla içimizdeki hastalıkları onlara boca eder dururuz. Bundandır ki gerçek aşklar aslında kaybetmeyle başlar. 

Tarihimize bakıldığında, her âşığın aslında yaşayamadıktan sonra âşık olduğunu farkettiğini ve duygularını daha da yoğunlaştırdığını görürüz.

Herkesin kendine göre değer verme anlayışı farklılık göstermektedir. Sürekli olarak düzen kurmak isteyen biri, sabitliğinin bozulmasını istemeyecek ve bu duygudan kaçmaya çalışacaktır.

Bir ayrılık veya kayıp yaşadığında ise hayatı sırf karşıdakinin bakış açısıyla kurduğu ve onunla anlamlandırdığı için ilk başta anlam duygusunu kaybetmeye başlar. Anlayamadan geçer uzunca süre, iyi ki de anlayamıyordur. Çünkü bu duygu insanı kendisine zarar vereceği davranışlardan koruyan bir kalkandır.

Yeni bir anlam ilişkisi kurmak ise insana zor geldiği için hep geriye dönme ihtiyacı duymaktadır. Bu duyguyla yüzleştiğinde ve yeni hayatlara yelken açtığında, güçlenmeye başlayacaktır. Hayatın altüst olmasından korkan bir insana asırlarca öteden hala sıcaklığını bize hissettiren Şems-i Tebrîzî seslenir:

‘Hayatın altüst olmasından niye korkuyorsun? Nereden biliyorsun altının üstünden daha güzel olamayacağını?’ "

.....

Aslında nokta koymak, son vermektir. Kendine duyduğun saygıdır. Ve hayat serüveninde yeni bir bölüme başlamak istiyorsan, o noktayı koymasını ve ardından büyük harfle yoluna devam etmesini bileceksin arkadaş. Sen zaten geçmişten dersini aldın. Geriye değil de, ileriye bak. Çünkü, geçmişi değiştirmenin tek yolu vardır; O da daha iyi bir gelecek yaratmaktır.

Kim bilir; belki de noktayı koyup, büyük harfe; ‘Hoşgeldin’ dediğin zaman, hayatının altı üstünden daha güzel olur...

Şimdi kalemini eline al ve yaşamında yeni bir dönemi yazmaya başla. Eski hikayen bitmişse ve artık o na hiç bir şey ekleyemiyorsan, zihninde yeni hikayeler belirlemeye başla. Onları güzel yaz ve frene yavaş bas. Ve şunu sakın unutma;

Hayat sahnendeki son noktayı koyduğun zaman, senin hikayen tekrar tekrar okunmaya değer olsun...

Mutlu hafta sonları...

Sevgilerimle,
Atiye BIÇAK.








0 yorum:

Boşa mı kürek çekiyoruz acaba?

09:30 Unknown 0 Comments


“Bir gün Nasreddin Hoca, ay aydınlığında, kuyudan su çekecek olmuş. Elinde kovası ile bahçedeki kuyunun başına gelmiş. Tam kovayı sarkıtacağı sırada, kuyunun içinde Ay’ı görmüş...

-Eyvah! Ay kuyuya düşmüş... Gözünü sevdiğim, suyun üstünde çırpınıp duruyor! 

Kuyu da ne kuyu! Derin mi derin kuyu. İnilmez ki insin, çıkılmaz ki çıksın. Sonra da Ay’ı kuyudan nasıl çıkaracağını düşünmüş. Aklına kovası gelmiş. Ay’ı kova ile çıkarmaya karar vermiş. Kovayı ipiyle kuyuya sarkıtmış. Kova, suya deyince de çekmeye başlamış. Çekmiş, çekmiş, çıkmamış; asıldıkça asılmış. Derken, çengelin ucu taştan kurtulmaz mı, bizimki de ‘Küt!’ demiş, sırt üstü düşmüş. Düşmüş ama, bir de görmüş ki, fesubhanallah, ay gene gökyüzünde değil mi!

Rahmetlinin gözleri gülmüş ve;

-‘Oh, çok şükür! Epeyce uğraştım, epeyce yoruldum ama sonunda göklerin sultanını da kuyudan kurtardım, bu iş bütün yorgunluğuma değdi’ demiş...”

Aslında bakacak olursak, herhangi bir uğraş, bir iş değil de koca bir hayatsa içinde kürek çektiğimiz, dertler uzakklaşıp gitmek yerine peşimizden geliyorsa ve onların ağırlığını omuzlarımızda hissediyorsak, gerçeklerle yüzleşmek kadar; hiç birşey koymaz bu hayatta insana!

Hayat çok kısa..! Yarın bizi neyin beklediğini bilemeyiz ya da bir gün sonra, belki de bir saat sonra! Ve hayat bu kadar kısayken, neden dünyayı savaş alanına çeviriyoruz? Az önce ‘belki’ dedim de aklıma geldi; Hayatımız da böyle değil mi? ‘Belki’ ler hiç bitmez! Herşey bir ‘belki’ ile başlar ve onun üzerine kurulur. Sonra da o kayıktan bir türlü inemiyor insan, ta ki kürekleri parçalanana kadar. Belki de, ‘belki’ler bir tuzaktır aklımızın en kuytu köşesinde sinsice bekleyen. Ya da içimizdeki ‘umut’tur yüreğimizin en temiz yerinde yeşeren. Sanki, bir bilmece gibi. Cevabı bulabilirsek, ama doğru cevabı, akıntıya kapılmadan kayığımızı kıyıya güvenli bir şekilde getirebiliriz ancak...

Siz önemlisiniz der tüm ilimler. Ama sizin dışınızda acı çekmek zorunda olan o diğer tüm insanların başına felaketler ve kötülükler neden gelmiştir sorusuna, asla net bir yanıt veremezler. Siz önemli olduğunuzu bilin ve bunu sakın unutmayın derler! Bunu da sen bil sayın okuyucu; Bağış yaparsın, barış için toplantıya gidersin, herhangi bir hastalık için ne bileyim neye katılırsın, yürürsün, slogan atarsın ya da birilerinin adını duyurmak için uğraşır durursun.. Peki bu durumun tam tersini hiç düşündün mü? Sen hiç bağış aldın mı? Tedavin için birileri kültürel bir faaliyette bulundu mu? Ya da uğruna mücadele ettiğin her ne ise, dara düştüğünde  senin için ne yapıldı?

......

Sende düşündün şimdi değil mi? Bir çok şey zihninde canlandı. Ve cevabın ‘hayır’ oldu bu sorulara. Çünkü, hayatın kuralı budur..! Verdikçe kaybedersin..!

Sonra ne mi olur? Hayatta, soluk soluğa kürek çekerken; insanın gücü tükenir, ayni yerde daireler çizdiğini farkeder ve koskoca okyanusta, yalnız başına uzaklara dalar gözler! Boşa kürek çektiğini anlayınca da sahneler iyice anlamsızlaşır, hayat grileşmeye başlar ve hiç bir mutluluk da o griliği gökkuşağına çeviremez..

Hayata ya da yaşamın gerçekten değerli sayması gerekli tüm diğer unsurlar hakkında aklınıza ne gelirse gelsin, bir menfaat döngüsü. Yani, akıllarımız ve mantığımız! Bu durumu, gerçekçi olarak, tecrübe ve hayat deneyimlerimiz ile hayatın şartı olarak kabul edebilmek. Ya da adına her ne demek istiyorsanız, onu deyin. Acımasız ve adaletsiz olduğunu tereddütsüz kabullendiğimiz; bu içinde yaşadığımız çağ ve zaman..!

Daha da kötü olan ise, ‘herşeyin fiyatını biliyoruz, ancak değerini unuttuk’ düşüncesi ile konuyu uzattıkça uzatmak isterdim..! Ama bir hikaye daha var sizlerle paylaşmak istediğim;

“Sabahın 4 ü. Kapı küt küt çalar. Apar topar yatağından fırlayan Mehmet kapıyı açar ve karşısında İbrahim’i görür.

-Hadi Mehmet. Yola çıkalım, ancak gideriz.

Uzun zamandır  işsiz olan Mehmet ile İbrahim 150 km ötedeki tünelde işçi olarak çalışmak üzere yola çıkarlar. Ve zamanın şartları onlara yaya olarak yolculuk yapma şansı vermiştir. Yolu yarılamışlardır ama, yanlarına aldıkları yiyecekler de bitmek üzeredir. Bir köyün yamacındadırlar.

-‘Hadi şu köye girelim, bir iki ekmek alalım yanımıza’ der Mehmet.

Tam köye girecekken köyün köpekleri uzakta belirir ve hızla onlara doğru havlayarak gelmektedirler. Mehmet ve İbrahim son sürat koşmaya başlarlar. Fakat köpekler arayı kapatınca Mehmet çantasındaki ekmekleri yola atar. Köpekler ekmeği görünce biraz zaman kazanırlar ve ilk eve apar topar girerler. Şans bu ya, o sırada evde ekmek yapılmaktadır. Selam aleyküm falan derken ikram edilenleri yedikten sonra yanlarına birkaç tane de ekmek ve biraz peynir alırlar. 100-200 metre yürüdükten sonra köpekler yine belirir. Mehmet yine çantadakileri atar köpeklerin önüne. Hemen ilk eve dalarlar. Misafir ya bu. Ev sahipleri durumu öğrenince onlara yeniden ekmek ve biraz peynir verirler. Tekrar yola çıkma vakti. Aynı şey bir kez daha başlarına gelir. Son olarak köyden çıkarlarken yine saldırıya uğrarlar. Mehmet ve İbrahim çantalarındaki son ekmekleri de atar ve kaçıp tepeye çıkarlar. Soluk soluğa kalınca birer taşın üzerine otururlar. Artık tehlike atlatılmıştır. Mehmet uzakta bir taş yuvası gibi görünen köye bakıp iç geçirir.

-‘Gördün mü İbo? Son birkaç saattir aldıklarımızı atıp kaçıyoruz. Köye girmeden önce elimizde 1 er ekmek vardı. Şimdi hiç yok. Resmen köpeklere çalıştık. Ne anladım ben bu işten’...”

.......

Hocanın hikayesinde olduğu gibi; O su dolu kovayı ne kadar çekmek istersek isteyelim, bazen bir türlü beceremeyiz. Hatta amacımıza ulaşmak için kan ter içinde kalırız. Varmak istediğimiz hedef her ne ise, emin olmamız gereken bir şey vardır ki, o da; asıldığımız ipin ne kadar sağlam olduğudur. Yoksa, günün sonunda köpekler bizi yakalar...!

Son bir söz; Farkında olmamız gereken şey, hepimizin aynı gemide yol almakta olduğudur. Tek fark, çağ ve zaman...!

Mutlu hafta sonları...

Sevgilerimle,
Atiye BIÇAK.






0 yorum:

İstekler ile Mecburiyetler ama en önemlisi 'Özgür' olabilmek...

10:00 Unknown 1 Comments


Mayıs akşamları bir başka güzeldir. Hava ne soğuktur ne de sıcak. Öyle tatlı bir esintisi vardır. Ve penceremden içeriye giren rüzgarın perdemi havalandırması ile bende bilgisayarımın başına geçtim. Hani bir de şarkı sözü vardır;

“Penceremin perdesini havalandıran rüzgar”
“Denizleri köpük köpük dalgalandıran rüzgar”
“Gir içeri usul usul”
“Beni bu dertten kurtar” ve devam eder en sevdiğim nakaratı ile;
“Yabancısın buralara nerelerden geliyorsun”
“Otur dinlen baş ucuma belli ki çok yorulmuşsun”
“Bana esmayi anlat bana sevmeyi anlat”
“Bana esmeyi anlat esip geçmeyi anlat”...

Bir de bu tarihlerde, ayın görüntüsü de çok güzel olur. Güneş batıp, ay kendisini tamamen gösterdiği zaman ay ışığının karanlıkları aydınlatması ise çok daha güzeldir. Geceyi severim. Çünkü karanlıklar olmasaydı, parlayan yıldızları asla göremezdik! Batan her güneşin geceye dönmesi ve her gecenin de yeni bir sabaha gebe olması, yeni başlangıçları hatırlatır bana..

Ne uyur ne de uyanık olduğumuz araf anlarında gördüğümüz rüyalar vardır. Yeni bir güne gözlerimizi açmaya çalışırken, tüller belli belirsiz kıpırdamaya başlar. Günün ilk ışıklarıyla, sevdiğimiz ve uzun zamandır görmediğimiz birilerinin silüetleri perdeyi aralayarak sessizce odamıza girer. Şanslıysak iki çift laf ederiz. Ama çoğu zaman pamukların arasından kaybolan ay gibi, o yüzlerde sislerin içinde kaybolurlar. Rüya mıydı yoksa tam da uyanmaya çalışırken onları aklımızdan mı geçirmiştik anlayamayız. İşte iki gün önce  bana da ayni şey oldu. Uzun zamandır görmediğim ve çok sevdiğim bir insanı rüyamda gördüm. Belki gün içinde yoğundur diye, akşam olunca arayıp hatırını sordum. Mecbur muydum rüyamda gördüğüm için aramaya? Evet, beni aramaya mecbur eden hiç bir neden yoktu.  Bakacak olursak, bu durum bir zorunluluk ya da mecburiyet değildi. Ben sadece içimden geleni yapmak istemiştim..

Mecburiyet ise bambaşka birşeydir. Aslında tam da yazmak istediğim konunun başındayım şimdi. Yukarıda yazdıklarım nerden esti bilmem ama sanırım bütün suç mayıs akşamlarındaki o tatlı rüzgar esintisinin...

Nasıl yaşamamız gerektiğini yaşarken öğreniyoruz. Çünkü, hayatın kullanma kılavuzunu yanımıza almadan dünyaya geliyoruz. Bu hayatı, hem ilk hem de son kez yaşıyoruz. Hayatımız, biraz kendi seçimlerimizin, biraz da bizimle ilgili yapılan seçimlerin sonucudur..

Yani istekler ile mecburiyetler!!

Mecburiyet, insanı yapılacak şeyden uzaklaştırır ve soğutur. Mecburi olması, isyana sürükler çoğu zaman. Tabi bu durum, bir kısım insan için geçerlidir. Bazıları ise mecburiyetlerle yaşarlar, mecburiyetlere bağımlı kalırlar ve asla kuralların dışına çıkmazlar. Yani kısacası ot gibi gelip, ot gibi giderler. Bahsettiğim mecburiyet; bir askerin vatanı için savaşmaya olan mecburiyeti ya da bir babanın ailesini geçindirmek için köle gibi çalışmak zorunda olması değildir tabi ki. Anlatmaya çalıştığım şu dur;

Mecbur olmak demek, özgür olmayı reddetmek demektir. Çünkü, mecbur olan asla özgür olamaz. Mecbur olmanın özgür olmakla bağdaşan bir tarafı olmadığını bilmeyenimiz yoktur. Bireysel geçmişimiz ise özgürlük mücadelesi ile doludur. Uğruna ağır bedeller ödediğimiz bu özgürlük kavramı nedir? Özgür olmak zorundayız! Evet, “Zorundayız” dedim ve tırnak içine de aldım. Asıl mecbur olduğumuz, özgür olma zorunluluğumuzdur. Peki ya mecburiyet nedir?

Bir kelimeye hapsedilen ve olmazsa olmazımız olan bir zorunluluktur mecburiyet. Eğer bir şeyden kaçamıyorsak, bu kelimeye sığınarak kendimizi temsil ederiz. Mecburum!! Böyle bir şey olabilir mi? Bir şeyi gerçekten yapmak isteyen bir insan bu kelimenin arkasına asla saklanmaz. Bu korkaklıktır ya da bir şeylerden kaçmak için insanoğlunun yalan söyleyerek arkasına saklandığı basit bir kelimedir...!

Kısa bir hikaye ile devam edeyim:

“Asya’da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır. Bir hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı kadar büyüklüktedir ve yumruk yaptığı zaman elini dışarıya çıkaramaz.

Maymun, tatlının kokusunu alır ve yiyeceği kavrar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkartması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkamaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner ama kaçamaz. Aslında maymunu tutsak eden bir şey yoktur. Onu sadece kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmaktır ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki, bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür."

Hikayeden de anlaşılacağı gibi, bizleri tuzağa düşüren ve o kuyunun içine hapseden şey, zihnimizde olanlara bağımlılığımız ve arzularımızdır. Ancak, elimizi açıp bağımlı olduklarımızı ve benliğimizi serbest bırakırsak ‘özgür’ olabiliriz..

Modernleşmek demek, bireyselleşmek ve özgür olmak demektir. Birey olarak özgür olmak, insan gelişiminde varılacak en üst noktadır. Evet, insanlar dünyayı çok değiştirdiler ama ne yazık ki, en az değişen kendileri oldu...

Mutlu hafta sonları..

Sevgilerimle,
Atiye BIÇAK.











1 yorum:

Koruyucu Meleklerimiz...

10:30 Unknown 0 Comments


Daha dünyaya gelmeden her bebeğin koruyucu bir meleğinin olduğu ve bu meleğin adının da “Anne” olduğu bilinir...

Doğru değil mi? Evet, doğrudur..

Bugün anneler günü.. Ve bu haftaki blog yazımı ‘anne sevgisi’ üzerine yazmak istedim. Biraz kişiselleştirebilirim yazımı ama dedim ya bugün anneler günü. Bugün günlerden annem..

Annem der ki; 'Hep baban için güzel cümleler kuruyorsun'.. Babama olan düşkünlüğüm bir başka olsa da, sen cennetin kokusuyken benim sana yazacaklarım ancak bir kitaptaki ‘ön söz’ sayfası olur annem!! Ama bu sefer yazayım. Bu sefer hayatımda ilk kez senin için yazayım. Ben gözlerim dolu dolu yazayım, sen gülümseyerek oku annem...

Senin sevgin, öyle güzel ve öyle kıymetli bir sevgidir ki, başka bir sevgi ile kıyaslayamam. Karşılıksız olan o saf sevgin, en üstün değerdir benim için. Beni ben yapan, sensin annem! Daha okula başlamadan, okumayı yazmayı sen öğrettin bana. Sen benim en güzel öğretmenim oldun. Bu nedenle, en güzel ve en özel yazım da sana gelsin...

Allah’ın insanlara bahşettiği en güzel sevgi ‘anne sevgisi’dir...

Annemizin yeri başkadır. Özellikle çocukluğumuzda annemizin değeri bir başkadır. Onsuz bir dünya düşünemez ve buna mecbur bırakılırsak gözlerden akan yaşlar bir yana dursun, yüreklerdeki acıyı kimse durduramaz..

Bu hayatta, annemizden daha vefakar, merhametli, koruyucu ve bizleri ondan daha çok seven, mutlu olabilmemiz için kendi mutluluğundan feragat eden, üzüldüğümüzde ise bizden daha çok üzülen başka biri daha var mıdır? Yoktur tabi ki.. Öyle olduğunu söyleyenler olacaktır elbet.. Siz yine de inanmayın!!

Kederlenir, üzülürüz. Ve aklımıza ilk gelen kişi annemiz olur. Bazı gecelerde, yastığa başımızı koyduğumuz zaman ‘ah anne, yanımda olsaydın şimdi, yaralarımı sarsaydın’ deriz.. Hatta çok ilginçtir ki, çocukken yaptığımız yaramazlıktan dolayı annemiz bizi cezalandırdığı zaman ağlarken, ‘anneee’ diye boynuna sarılır da ağlarız. Bizi cezalandıran kişi annemiz olsa bile, yine o na sığınmaya çalışırız. Çünkü, en sağlam kalemizin annemiz olduğunu biliriz..

‘Anne’ demek, cennetin kokusu demektir.. ‘Anne’ demek, güven demektir..

Hissedilen en güzel duygudur ‘anne sevgisi’. Doğduğumuz zaman, annemizin sevgi dolu kollarına bırakılırız. Ve o kollardır bize güven veren. Biliriz ki, ne kadar uzak olursak olalım, kanatsız meleklerimiz hep yanımızdadırlar..

Bugün annesinden uzakta olanlar, ziyaretine gidemeyip telefonda kutlayanlar vardır. Yine bugün annesinin yanında olmasını isteyen ama mezarına çiçek bırakıp, sadece dua etmekle yetinen, ya da anne sevgisinin, o tarif edilemez duygusunu hiç bilmeden büyüyen kaç yetim vardır bilemeyiz. Ve bir de annesine kırgın olanlar, konuşmayanlar vardır. Konu her ne olursa olsun, bir annenin kalbini kırmanın bedeli çok ağır ödenir. Çünkü, Peygamber Efendimiz’in de dediği gibi; 'Cennet annelerin ayakları altındadır'. Ancak maalesef, insanoğlu bazen vefasızdır. Kendisi için bir çok fedakarlık yapan o en değerli varlığın kıymetini bilmez. Kuş misali yuvadan uçup gider ve onu büyütüp yetiştiren annesini pek de önemsemez. Ama annesini kaybettiği zaman, içi sızlamayan insan da yoktur. Çünkü, anne sevgisi, bebeklikten işlemiştir insanın kalbinin en derinlerine..

Her insanın annesi, kendisi için çok özeldir elbet.! ‘Anne sevgisi’, en değerli sevgidir. Bu sevgi, dünyadaki hiç bir sevgi ile kıyaslanamaz deyip bir kaç hafta önce şahit olduğum bir olayı paylaşmak istiyorum sizlerle;

Restorantta otururken, ayaklarımın içinde dolanan kediye bir parça et vermiştim. Ben verdiğim lokmayı kendisinin yemesini beklerken, o yavrularına seslenmişti ve yavru kediler yiğene kadar da başlarında beklemişti. İzlemiş olduğum bu olaydan inanılmaz derecede etkilenmiştim ve sadece ‘işte annelik böyle bir şey olsa gerek’ diyebildim..

Bir de annenin değerini anlatan güzel bir hikaye gider sanırım yazıma;

Bir zamanlar dünyaya gelmeye hazırlanan bir çocuk varmış. Çocuk ile Allah’ın arasında şöyle bir konuşma geçmiş:

Çocuk Allah’a sormuş;

‘Allah’ım, beni yarın dünyaya göndereceğini söylediler. Fakat, ben o kadar küçük ve güçsüzüm ki, orada nasıl yaşayacağım?’

‘Tüm meleklerin arasında senin için bir tanesini seçtim. O seni bekliyor olacak ve seni koruyacak. Meleğin sana hergün şarkı söyleyecek ve gülümseyecek. Böylece sen onun sevgisini hissedecek ve mutlu olacaksın.’

‘Peki, insalar bana birşey söylediklerinde dillerini bilmeden, söylediklerini nasıl anlayacağım?’

‘Meleğin sana dünyada duyabileceğin en tatlı ve en güzel sözcükleri söyleyecek. Sana konuşmayı, dikkatle ve sevgi ile öğretecek.’

‘Peki, ben seninle konuşmak istersem ne yapacağım?’

‘Meleğin sana ellerini açarak bana dua etmeyi de öğretecek.’

‘Dünyada kötülerin olduğunu da duydum. Beni onlardan kim koruyacak?’

‘Meleğin seni kendi hayatı pahasına da olsa koruyacak.’

‘Fakat, ben seni bir daha göremeyeceğim için çok üzgünüm.’

‘Meleğin sana sürekli benden söz edecek ve bana ulaşmanın yolunu öğretecek.’

O sırada cennette bir sessislik olur ve dünyanın sesleri cennete kadar ulaşır. Çocuk gitmek üzere olduğunu anlar ve son bir soru sorar;

‘Şimdi gitmek üzere isem, benim meleğimin adı ne?’

‘Meleğinin adının bir önemi yok yavrum. Sen onu, “ANNE” diye çağıracaksın.

Şimdi biliyorum ki anne, gözyaşların telefonunun ekranını ıslatıyor. Ama yazımın başında; ‘sen gülümseyerek oku annem’ dedim. Çünkü, senin gözyaşların da benim yüreğimi sızlatıyor artık..

Annelerimizin bizler için verdikleri emeklerin karşılığını ödeyemeyiz belki ama kıymetini bilip, az da olsa emeklerinin karşılığını vermek için elimizden gelenin fazlasını yapalım..

Başta kendi annem olmak üzere tüm annelerimizin anneler gününü yürekten kutluyorum..

Sevgilerimle,
Atiye Bıçak






 



0 yorum:

Affetmek en asil intikamdır...

09:35 Unknown 0 Comments


Uzun zamandır instagram hesabıma ‘dm’ den gelen özel mesajlarda, ‘kişiye yapılan ihanet ve nefret’ konusuna yer vermemi isteyenler vardı. Ben de, bu haftaki yazımda sizler için bu konu üzerine yazma kararı aldım..

Hz. Muhammed’in bu güzel sözü ile başlayım yazıma:

“Çok sevme nefret edersin, nefret etme çok seversin”...

Bir zamanlar dost bildiğiniz ya da çok sevdiğiniz kişi ile gün gelir yollarınız ayrılır, düşman olursunuz. Bu durumun tam tersi de olabilir. Düşman bildiğiniz en iyi dostunuz olur, tahammül bile edemediğiniz birine de aşık olursunuz..

İster aşk olsun, ister dostluk, ister iş ilişkileri.. İhanet ile karşı karşıya kalmayan yoktur sanırım.. Böyle bir durumda, nefret edip karşılık mı vermeli? Yoksa affetmeli mi?

Bazı insalar, bazen bir süreliğine bazen de bir ömür boyu yaşamlarımızı alt üst ederler. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi yüzlerini maskelerinin arkasına gizleyerek giderler. Ya da maskeli gelirler, sonra da gerçek yüzlerini göstererek kaybolurlar. Bir zamanlar, gerçek olduklarını düşündüğünüz kimseler, artık görünmez olmuşlardır. Bu durumun zor olan tarafı ise, onları affedebilmektir. Çünkü, bize zarar veren, bizi mağdur eden ve gereksinim duyduklarımızı bizden esirgeyen insanlardan nefret etmeye eğimliyizdir. Hatta, mağdur olduğumuz zaman kendimizi zayıf ve güçsüz hisseder, kendimizden bile nefret ederiz. “Adalet bunun neresinde” deriz. Çaresiz olduğumuzu düşünür, adaletsizlik kavramından nefret ederiz. Aslında, başkalarından nefret ederek başlarız kendimize zarar vermeye..

Nefret, elma sepetindeki çürük elma gibidir. Onu sepetten çıkarmadığımız zaman bütün elmaları çürütür. Nefret etmek, karşındaki kişiyi asla değiştirmez ama seni derinden yaralar. Nefretle başa çıkmanın en güzel yolu ise acıyı kabul etmek ve çürük elmadan affederek kurtulmaktır..

Neden mi? Çünkü, affetmek en asil intikamdır..

Nefreti yenebilmenin tek yolu var: O da affetmek!! Tabi affedebilmek öyle birdenbire olmaz ve kolay değildir. Zaman alır, ama insanı derinleştirir..

Başkalarını affettiğin zaman özgürleşirsin. Bu seni affettiğin kişinin gözünde haksız durumuna düşürmez. Ne de onu haklı yapar. Affettiğin kişi, senin saf olduğunu düşünebilir ya da seni kandırıp aldattığı için zafer kazandığını da sanabilir. Bırak öyle düşünsün! Sen, onunla olan çemberin dışına çık. Affetmek çok zor olsa da, o çemberden çıkarken bağışlayarak çık. Nasıl ki, sen arabada giderken en saldırgan köpeğin bile sana havlaması seni korkutmaz, sen de onu kendi çemberinin içinde öylece bırak istediği kadar havlasın..

 Ve; “Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner” atasözünü hatırla.. Hiç kimse sonsuza dek yargılayan olarak kalmaz. Gün gelir yargılayanlar da yargılanır...

Bakın bu “sap döner”i bazı yazarlar nasıl ti’ye almışlar;

“Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz”,
“Tanrı’nın değirmeni geç işler ama ince öğütür”,
“Sarı çizmeli Mehmet Ağa, bir gün sorar hesabı”,
“Tavuk döner, et döner gün gelir kasap döner",
“Sen ne hesap yaparsan yap bir gün kelek olur işin, feleğin şaşar Yaşar!”,
“Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli”,
“Gün gelir sen de bu saltanattan geçersin, ne soğuk, ne ılık su içersin. Kaynar suyla kendinden geçersin”,
“Tatlı tatlı yemenin acı acı çıkması olur. Ağzın cezasını, başka bir organ çeker”,
“Gün gelir devran döner”,
“Aklı olan ettiğini bulacağını düşünerek ayağını denk alır”,
“Kimse bu gecenin güzelliğine aldanmamalı. Her gecenin sonunda sabah olacağı unutulmamalı”,
“Keser döner sap döner, beraber yürüdüklerimiz geri dönmez”,
“Gün gelir devran döner, bir gün horoz alta düşer, tavuk öper”.

Yapılan haksızlıklar elbet bir gün yapandan acı acı çıkar. İşte buna da; ‘İlahi adalet’ derler..

Affetmek çok zor olsa da sen yine de bağışla. Bağışlamak demek, geçmişin izinden kurtulmak demektir. Seni üzen, inciten ve yaralayan herşeyden uzaklaşmaktır. Silmektir...

Affetmek; Vazgeçmektir!!

Affetmenin yüceliğini bilmek, insanın kendine yapabileceği en güzel davranıştır. Yapılan haksızlık ya da ihanet karşısında, affedip unutabilmek en büyük intikamdır. Elbet bir gün bağışlanan bir insan, yaptığı yanlışla yüzleşecek ve belki de pişmanlık bile yaşayacaktır. Çünkü insanlar, onlar için ne yaptığını, neleri göze alabildiğini asla anlamazlar, ta ki yapmayı bırakana kadar!! Bu yüzden sen, nefret etmeden affetmesini bil ve VAZGEÇ...!!

Mutlu hafta sonları..

Sevgilerimle,
Atiye Bıçak.















0 yorum:

Hayatınızdaki engeller, başarı basamaklarınız olsun...

09:20 Unknown 0 Comments


Mevlana der ki; “Üzülme! Ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir”...

Mevlana bu sözü ile insanların, yaşamları boyunca başlarına gelen bir durumu açıklamaktadır..

Her zaman hayattan bir isteğimiz, bir beklentimiz vardır. Hepimiz, hayallerimize ulaşmak için yaşıyoruz. Ve hayallerimize ulaşmayı, kendimize amaç ediniyoruz. Ama hayallerimize ulaşmak için yürüdüğümüz bu yolda, bir takım zorluklarla ve güçlüklerle karşılaşıyoruz..

Güzel ve bilinmiş “Yoluna Taş Koymak” başlıklı hikaye ile devam edeyim. Hikayeyi biraz da süsleyerek..

“Zamanların birin de bir kral varmış. Kral sarayına gelen yolun ortasına kocaman bir “kaya” koydurmuş. Sonra da penceresinde başlamış beklemeye. Bakalım saraya gelenler, kayayı gördüğü zaman ne yapacaklardı..

Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları ve saray görevlileri birer birer gelmişler. Hepsi de kayanın etrafından dolaşıp saraya girmişler. Kayayı kaldırmak bir yana dursun, aralarında kralı yüksek sesle eleştirenler bile olmuş. ‘Halkından hem vergi alıyor hem de yolları temiz tutmuyor’diye. Penceresinde olanları izleyen kral ise, duyduklarına sadece tebessüm etmiş..

Bir süre sonra saraya sebze ve meyve getiren bir köylü yolda görünmüş. Köylü yolun ortasındaki kayayı görünce, sırtındaki küfeyi yere indirip iki eli ile kayaya sarılmış ve zorlanarak itmeye başlamış. Sonunda kan ter için de kayayı yolun kenarına çekmiş. Küfesini yeniden sırtına almak üzereymiş ki, kayanın eski yerinde bir “kese”nin durduğunu farketmiş. Keseyi açtığında ise bir de ne görsün, kese altın doluymuş. İçinde de kralın notu varmış ve şöyle yazıyormuş; ‘Bu altınlar, kayayı yoldan çeken kişiye aittir’..

İşte, hayat da böyledir! Hayat akıp giderken, karşımıza çıkan engellerden yakınıyor muyuz? Yoksa çözüm bulmak için gayret mi gösteriyoruz?

Okuyanlar hatırlayacaktır, daha önce bir blog yazımda “Hayat, hep yorar zaten insanı. Çalışsan da yorulursun, konuşsan da yorulursun... Aslında bakacak olursak, insanı, ne işi, ne zaman ne de mekan yorar. İnsanı, insan yorar..” demiştim.. Başarmak için çabaladığımız hayat yolunda da önümüze çıkan engellere yine insanlar sebep olmuyor mu?! Evet diyorsanız, bende sizlere ayağınıza takılmalarına izin vermeyin diyorum;)

 “Dağ ne kadar yüce olsa, yol onun üstünden aşar” Atasözünü hatırlamak tam da yerinde olur bence. Bu Atasözünün açıklaması ise şöyledir;

•“Güçlünün daha güçlüsü, yetkilinin daha yetkilisi, yönetilmez sanılanın bir yöneteni vardır,
•Çözümü güç meselelerin, yenilmesi imkansız gibi görünen zorlukların da üstesinden gelinebilecek bir yol vardır. Yeter ki gerekli azim, sabır ve cesaret gösterilsin, yılgınlığa düşülmesin.”

Bize ilk başlarda çok zor görünen şeyler ya da karşımıza çıkan veya çıkartılan engeller, hemen geri çekilmemize sebep olabilir. Azmimiz kuvvetini kaybeder ve yapmak istediğimiz her ne ise hevesimiz kırılır, dizlerimizin dermanı kesilir. Bir sonuç alamamanın verdiği manevi yorgunlukla yıkılır kalırız. Ama azimli olursak ve gerçekten başarmak istersek asla vazgeçmeyiz. Çünkü ‘azmin elinden kurtuluş olmaz’ derler. Bilmeliyiz ki, aşılamayacak hiç bir engel yoktur. Engeller zaten batan dikenlere rağmen aşılmak ve varmak istediğimiz amacımıza ulaşmak içindir. Eğer bu yolda kararlıysak, yıkılıp kalmak yerine tam tersi daha da güçlenmeliyiz..

Herşeyden önce insan, gerçekçi olmalıdır. Hayata toz pembe gözlerle bakıp da sonrasında hayal kırıklıkları yaşamamak için, karşısına çıkabilecek zorluklara karşı aklını ve mantığını kullanıp planlı olmalı ve davasına inanmalıdır. Engeller, azimli insanları başarıya giden yolda kamçılayan manevi güçlerdir. İnsan önce ne istediğini, ne yapması gerektiğini bilmelidir. Sonra ise iradesine, azmine ve cesaretine güvenip hedefine ulaşmalıdır.

Yürüdüğünüz yolda, önünüze çıkan engellere “basamak” gözüyle bakar ve üzerine basıp yükselirseniz, onları geçtikten sonra bir sonraki basamaktan aşağıya tebessüm ile bakmanın keyfini yaşayabilirsiniz!

Ne zaman zorlukla karşılassak vazgeçmek yerine, başarıya yaklaştığımız için mutlu olmalıyız. Çünkü, hayat sınav gibidir. Bazen takılıp kalırız ve yürüdüğümüz yoldan geri döneriz, bazen de sonuna kadar mücadele ederiz. Azimli olursak, zafer bizim olabilir ve emek vererek çalıştığımız zaman engeller “engel” olmaktan çıkacaktır..

Bu haftaki yazımı, Mustafa Kemal Atatürk’ün sözü ile bitireyim izninizle;

“Ben bir işte nasıl başarılı olacağımı düşünmem, o işe neler mani olur diye düşünürüm. Engelleri ortadan kaldırdım mı, iş kendi kendine yürür”...

Mutlu hafta sonları...

Sevgilerimle,
Atiye Bıçak





0 yorum: