Boşa mı kürek çekiyoruz acaba?

09:30 Unknown 0 Comments


“Bir gün Nasreddin Hoca, ay aydınlığında, kuyudan su çekecek olmuş. Elinde kovası ile bahçedeki kuyunun başına gelmiş. Tam kovayı sarkıtacağı sırada, kuyunun içinde Ay’ı görmüş...

-Eyvah! Ay kuyuya düşmüş... Gözünü sevdiğim, suyun üstünde çırpınıp duruyor! 

Kuyu da ne kuyu! Derin mi derin kuyu. İnilmez ki insin, çıkılmaz ki çıksın. Sonra da Ay’ı kuyudan nasıl çıkaracağını düşünmüş. Aklına kovası gelmiş. Ay’ı kova ile çıkarmaya karar vermiş. Kovayı ipiyle kuyuya sarkıtmış. Kova, suya deyince de çekmeye başlamış. Çekmiş, çekmiş, çıkmamış; asıldıkça asılmış. Derken, çengelin ucu taştan kurtulmaz mı, bizimki de ‘Küt!’ demiş, sırt üstü düşmüş. Düşmüş ama, bir de görmüş ki, fesubhanallah, ay gene gökyüzünde değil mi!

Rahmetlinin gözleri gülmüş ve;

-‘Oh, çok şükür! Epeyce uğraştım, epeyce yoruldum ama sonunda göklerin sultanını da kuyudan kurtardım, bu iş bütün yorgunluğuma değdi’ demiş...”

Aslında bakacak olursak, herhangi bir uğraş, bir iş değil de koca bir hayatsa içinde kürek çektiğimiz, dertler uzakklaşıp gitmek yerine peşimizden geliyorsa ve onların ağırlığını omuzlarımızda hissediyorsak, gerçeklerle yüzleşmek kadar; hiç birşey koymaz bu hayatta insana!

Hayat çok kısa..! Yarın bizi neyin beklediğini bilemeyiz ya da bir gün sonra, belki de bir saat sonra! Ve hayat bu kadar kısayken, neden dünyayı savaş alanına çeviriyoruz? Az önce ‘belki’ dedim de aklıma geldi; Hayatımız da böyle değil mi? ‘Belki’ ler hiç bitmez! Herşey bir ‘belki’ ile başlar ve onun üzerine kurulur. Sonra da o kayıktan bir türlü inemiyor insan, ta ki kürekleri parçalanana kadar. Belki de, ‘belki’ler bir tuzaktır aklımızın en kuytu köşesinde sinsice bekleyen. Ya da içimizdeki ‘umut’tur yüreğimizin en temiz yerinde yeşeren. Sanki, bir bilmece gibi. Cevabı bulabilirsek, ama doğru cevabı, akıntıya kapılmadan kayığımızı kıyıya güvenli bir şekilde getirebiliriz ancak...

Siz önemlisiniz der tüm ilimler. Ama sizin dışınızda acı çekmek zorunda olan o diğer tüm insanların başına felaketler ve kötülükler neden gelmiştir sorusuna, asla net bir yanıt veremezler. Siz önemli olduğunuzu bilin ve bunu sakın unutmayın derler! Bunu da sen bil sayın okuyucu; Bağış yaparsın, barış için toplantıya gidersin, herhangi bir hastalık için ne bileyim neye katılırsın, yürürsün, slogan atarsın ya da birilerinin adını duyurmak için uğraşır durursun.. Peki bu durumun tam tersini hiç düşündün mü? Sen hiç bağış aldın mı? Tedavin için birileri kültürel bir faaliyette bulundu mu? Ya da uğruna mücadele ettiğin her ne ise, dara düştüğünde  senin için ne yapıldı?

......

Sende düşündün şimdi değil mi? Bir çok şey zihninde canlandı. Ve cevabın ‘hayır’ oldu bu sorulara. Çünkü, hayatın kuralı budur..! Verdikçe kaybedersin..!

Sonra ne mi olur? Hayatta, soluk soluğa kürek çekerken; insanın gücü tükenir, ayni yerde daireler çizdiğini farkeder ve koskoca okyanusta, yalnız başına uzaklara dalar gözler! Boşa kürek çektiğini anlayınca da sahneler iyice anlamsızlaşır, hayat grileşmeye başlar ve hiç bir mutluluk da o griliği gökkuşağına çeviremez..

Hayata ya da yaşamın gerçekten değerli sayması gerekli tüm diğer unsurlar hakkında aklınıza ne gelirse gelsin, bir menfaat döngüsü. Yani, akıllarımız ve mantığımız! Bu durumu, gerçekçi olarak, tecrübe ve hayat deneyimlerimiz ile hayatın şartı olarak kabul edebilmek. Ya da adına her ne demek istiyorsanız, onu deyin. Acımasız ve adaletsiz olduğunu tereddütsüz kabullendiğimiz; bu içinde yaşadığımız çağ ve zaman..!

Daha da kötü olan ise, ‘herşeyin fiyatını biliyoruz, ancak değerini unuttuk’ düşüncesi ile konuyu uzattıkça uzatmak isterdim..! Ama bir hikaye daha var sizlerle paylaşmak istediğim;

“Sabahın 4 ü. Kapı küt küt çalar. Apar topar yatağından fırlayan Mehmet kapıyı açar ve karşısında İbrahim’i görür.

-Hadi Mehmet. Yola çıkalım, ancak gideriz.

Uzun zamandır  işsiz olan Mehmet ile İbrahim 150 km ötedeki tünelde işçi olarak çalışmak üzere yola çıkarlar. Ve zamanın şartları onlara yaya olarak yolculuk yapma şansı vermiştir. Yolu yarılamışlardır ama, yanlarına aldıkları yiyecekler de bitmek üzeredir. Bir köyün yamacındadırlar.

-‘Hadi şu köye girelim, bir iki ekmek alalım yanımıza’ der Mehmet.

Tam köye girecekken köyün köpekleri uzakta belirir ve hızla onlara doğru havlayarak gelmektedirler. Mehmet ve İbrahim son sürat koşmaya başlarlar. Fakat köpekler arayı kapatınca Mehmet çantasındaki ekmekleri yola atar. Köpekler ekmeği görünce biraz zaman kazanırlar ve ilk eve apar topar girerler. Şans bu ya, o sırada evde ekmek yapılmaktadır. Selam aleyküm falan derken ikram edilenleri yedikten sonra yanlarına birkaç tane de ekmek ve biraz peynir alırlar. 100-200 metre yürüdükten sonra köpekler yine belirir. Mehmet yine çantadakileri atar köpeklerin önüne. Hemen ilk eve dalarlar. Misafir ya bu. Ev sahipleri durumu öğrenince onlara yeniden ekmek ve biraz peynir verirler. Tekrar yola çıkma vakti. Aynı şey bir kez daha başlarına gelir. Son olarak köyden çıkarlarken yine saldırıya uğrarlar. Mehmet ve İbrahim çantalarındaki son ekmekleri de atar ve kaçıp tepeye çıkarlar. Soluk soluğa kalınca birer taşın üzerine otururlar. Artık tehlike atlatılmıştır. Mehmet uzakta bir taş yuvası gibi görünen köye bakıp iç geçirir.

-‘Gördün mü İbo? Son birkaç saattir aldıklarımızı atıp kaçıyoruz. Köye girmeden önce elimizde 1 er ekmek vardı. Şimdi hiç yok. Resmen köpeklere çalıştık. Ne anladım ben bu işten’...”

.......

Hocanın hikayesinde olduğu gibi; O su dolu kovayı ne kadar çekmek istersek isteyelim, bazen bir türlü beceremeyiz. Hatta amacımıza ulaşmak için kan ter içinde kalırız. Varmak istediğimiz hedef her ne ise, emin olmamız gereken bir şey vardır ki, o da; asıldığımız ipin ne kadar sağlam olduğudur. Yoksa, günün sonunda köpekler bizi yakalar...!

Son bir söz; Farkında olmamız gereken şey, hepimizin aynı gemide yol almakta olduğudur. Tek fark, çağ ve zaman...!

Mutlu hafta sonları...

Sevgilerimle,
Atiye BIÇAK.






You Might Also Like

0 yorum: