Bazen 'nokta' koyup. 'Büyük' harfle başlamak gerekir hayata...

10:00 Unknown 0 Comments


“Nasreddin Hoca’nın hikayesinde olduğu gibi; O su dolu kovayı ne kadar çekmek istersek isteyelim, bazen bir türlü beceremeyiz. Hatta amacımıza ulaşmak için kan ter içinde kalırız. Varmak istediğimiz hedef her ne ise, emin olmamız gereken bir şey vardır ki, o da; asıldığımız ipin ne kadar sağlam olduğudur.” diye yazmıştım geçen haftaki; ‘Boşa mı kürek çekiyoruz acaba?’ başlıklı blog yazımda..

Biraz düşündüm de, boşa kürek çekmemek için, bazen de virgül yerine noktayı koymak gerekir hayatta. Çünkü, noktadan sonra büyük hafr gelir ve cümlenin anlamını daha da artırır. Bazı şeylere nokta koyup, yeni bir cümleye ya da yeni bir hayata başlamak, belki yaşanılan bir ilişkiyi, belki de bir dostluğu bitirmek için gereklidir.

Nokta koymak demek, büyük harfle başlamak demektir aslında. Peki siz noktayı koyup, büyük harfle başlayabilir misiniz yeni bir hayata?

Bir de nokta ile virgül arasında kalmışsan eğer, noktayı koymaktan hiç çekinme. Çünkü, bunu düşüneceğin bir durumda olmazdın, zaten nokta koyman gerekmeseydi. Bir şarkı sözü vardır. Hatırla; ‘Sil baştan başlamak gerek bazen’..

Kolay değildir yaşamımızdaki olaylara öyle birden bire nokta koymak. Bunun yerine biz kendimizi virgül ve ünlem işaretleri eklerken buluruz. Oysa çok da zor olmasa gerek, nokta koyabilmek ve bitirmek..

Kabul edelim; Hayatlarımızda tüm kusurlarına rağmen mükemmel olduğunu düşündüğümüz insanlar vardır. Ama gün gelir, mükemmel sandıklarımızın sadece durum yanılması ya da hayal kırıklığı olduklarını fark ederiz. Yanılabiliriz, çünkü takdir edersiniz ki, mükemmel bir dünyada yaşamıyoruz ve bizler de mükemmel değiliz! Bu bir yaşam oyunudur ve bizlerde sahnede üzerimize düşen rolleri oynayan birer oyuncuyuz. Bugün ‘süperman’ yerine koyduklarımız, yarın o kadar da süper olmayabilir. Bilmeliyiz ki, onlarda sadece kendi rolünü oynuyorlardı. Biz oyuncuyu değil de, oyunu suçlayalım. Çünkü, suçlu yok! Suçlu zaten ‘kader’..!

Evet! Gereksiz beklentiler, darbeler, üzüntüler, şoklar ve daha fazlasını bilmek düşünceleri azaltır. Kopuyor mu bir şeyler? Engel olamıyor musun buna? Bırak o zaman, zorlama; ‘İnceldiği yerden kopsun’ derler. Gerçekten çok da iyi demişler. Eğer bugün inceldiği yerden kopmasına izin vermezsen, gün gelir o ip, en sağlam yerinden kopar. İşte o zaman daha çok canın yanar..

Severek okuduğum bir kitapta şu satırlara rastlamıştım;

“Kopar bazen inceldiği yerden senin koparamadıkların. Oysa ne emekler verdin değil mi? Nasıl da özenmiştin! Kıymetini yanındayken anlamaz bazıları. Kopmak, gitmek gerekir bazen. Kimi yanındayken kimi de uzaktayken değerini bilir. Sen yine de bitmelere üzülme. Çünkü her bitiş kendini iyileştirmen için bir fırsattır”...

Ve şöyle devam ediyordu kitabın satırları;

“Bizler en yakınımızda olduğunu düşündüğümüz insanlara ne de olsa elimde ve kaybetmem duygusuyla içimizdeki hastalıkları onlara boca eder dururuz. Bundandır ki gerçek aşklar aslında kaybetmeyle başlar. 

Tarihimize bakıldığında, her âşığın aslında yaşayamadıktan sonra âşık olduğunu farkettiğini ve duygularını daha da yoğunlaştırdığını görürüz.

Herkesin kendine göre değer verme anlayışı farklılık göstermektedir. Sürekli olarak düzen kurmak isteyen biri, sabitliğinin bozulmasını istemeyecek ve bu duygudan kaçmaya çalışacaktır.

Bir ayrılık veya kayıp yaşadığında ise hayatı sırf karşıdakinin bakış açısıyla kurduğu ve onunla anlamlandırdığı için ilk başta anlam duygusunu kaybetmeye başlar. Anlayamadan geçer uzunca süre, iyi ki de anlayamıyordur. Çünkü bu duygu insanı kendisine zarar vereceği davranışlardan koruyan bir kalkandır.

Yeni bir anlam ilişkisi kurmak ise insana zor geldiği için hep geriye dönme ihtiyacı duymaktadır. Bu duyguyla yüzleştiğinde ve yeni hayatlara yelken açtığında, güçlenmeye başlayacaktır. Hayatın altüst olmasından korkan bir insana asırlarca öteden hala sıcaklığını bize hissettiren Şems-i Tebrîzî seslenir:

‘Hayatın altüst olmasından niye korkuyorsun? Nereden biliyorsun altının üstünden daha güzel olamayacağını?’ "

.....

Aslında nokta koymak, son vermektir. Kendine duyduğun saygıdır. Ve hayat serüveninde yeni bir bölüme başlamak istiyorsan, o noktayı koymasını ve ardından büyük harfle yoluna devam etmesini bileceksin arkadaş. Sen zaten geçmişten dersini aldın. Geriye değil de, ileriye bak. Çünkü, geçmişi değiştirmenin tek yolu vardır; O da daha iyi bir gelecek yaratmaktır.

Kim bilir; belki de noktayı koyup, büyük harfe; ‘Hoşgeldin’ dediğin zaman, hayatının altı üstünden daha güzel olur...

Şimdi kalemini eline al ve yaşamında yeni bir dönemi yazmaya başla. Eski hikayen bitmişse ve artık o na hiç bir şey ekleyemiyorsan, zihninde yeni hikayeler belirlemeye başla. Onları güzel yaz ve frene yavaş bas. Ve şunu sakın unutma;

Hayat sahnendeki son noktayı koyduğun zaman, senin hikayen tekrar tekrar okunmaya değer olsun...

Mutlu hafta sonları...

Sevgilerimle,
Atiye BIÇAK.








0 yorum:

Boşa mı kürek çekiyoruz acaba?

09:30 Unknown 0 Comments


“Bir gün Nasreddin Hoca, ay aydınlığında, kuyudan su çekecek olmuş. Elinde kovası ile bahçedeki kuyunun başına gelmiş. Tam kovayı sarkıtacağı sırada, kuyunun içinde Ay’ı görmüş...

-Eyvah! Ay kuyuya düşmüş... Gözünü sevdiğim, suyun üstünde çırpınıp duruyor! 

Kuyu da ne kuyu! Derin mi derin kuyu. İnilmez ki insin, çıkılmaz ki çıksın. Sonra da Ay’ı kuyudan nasıl çıkaracağını düşünmüş. Aklına kovası gelmiş. Ay’ı kova ile çıkarmaya karar vermiş. Kovayı ipiyle kuyuya sarkıtmış. Kova, suya deyince de çekmeye başlamış. Çekmiş, çekmiş, çıkmamış; asıldıkça asılmış. Derken, çengelin ucu taştan kurtulmaz mı, bizimki de ‘Küt!’ demiş, sırt üstü düşmüş. Düşmüş ama, bir de görmüş ki, fesubhanallah, ay gene gökyüzünde değil mi!

Rahmetlinin gözleri gülmüş ve;

-‘Oh, çok şükür! Epeyce uğraştım, epeyce yoruldum ama sonunda göklerin sultanını da kuyudan kurtardım, bu iş bütün yorgunluğuma değdi’ demiş...”

Aslında bakacak olursak, herhangi bir uğraş, bir iş değil de koca bir hayatsa içinde kürek çektiğimiz, dertler uzakklaşıp gitmek yerine peşimizden geliyorsa ve onların ağırlığını omuzlarımızda hissediyorsak, gerçeklerle yüzleşmek kadar; hiç birşey koymaz bu hayatta insana!

Hayat çok kısa..! Yarın bizi neyin beklediğini bilemeyiz ya da bir gün sonra, belki de bir saat sonra! Ve hayat bu kadar kısayken, neden dünyayı savaş alanına çeviriyoruz? Az önce ‘belki’ dedim de aklıma geldi; Hayatımız da böyle değil mi? ‘Belki’ ler hiç bitmez! Herşey bir ‘belki’ ile başlar ve onun üzerine kurulur. Sonra da o kayıktan bir türlü inemiyor insan, ta ki kürekleri parçalanana kadar. Belki de, ‘belki’ler bir tuzaktır aklımızın en kuytu köşesinde sinsice bekleyen. Ya da içimizdeki ‘umut’tur yüreğimizin en temiz yerinde yeşeren. Sanki, bir bilmece gibi. Cevabı bulabilirsek, ama doğru cevabı, akıntıya kapılmadan kayığımızı kıyıya güvenli bir şekilde getirebiliriz ancak...

Siz önemlisiniz der tüm ilimler. Ama sizin dışınızda acı çekmek zorunda olan o diğer tüm insanların başına felaketler ve kötülükler neden gelmiştir sorusuna, asla net bir yanıt veremezler. Siz önemli olduğunuzu bilin ve bunu sakın unutmayın derler! Bunu da sen bil sayın okuyucu; Bağış yaparsın, barış için toplantıya gidersin, herhangi bir hastalık için ne bileyim neye katılırsın, yürürsün, slogan atarsın ya da birilerinin adını duyurmak için uğraşır durursun.. Peki bu durumun tam tersini hiç düşündün mü? Sen hiç bağış aldın mı? Tedavin için birileri kültürel bir faaliyette bulundu mu? Ya da uğruna mücadele ettiğin her ne ise, dara düştüğünde  senin için ne yapıldı?

......

Sende düşündün şimdi değil mi? Bir çok şey zihninde canlandı. Ve cevabın ‘hayır’ oldu bu sorulara. Çünkü, hayatın kuralı budur..! Verdikçe kaybedersin..!

Sonra ne mi olur? Hayatta, soluk soluğa kürek çekerken; insanın gücü tükenir, ayni yerde daireler çizdiğini farkeder ve koskoca okyanusta, yalnız başına uzaklara dalar gözler! Boşa kürek çektiğini anlayınca da sahneler iyice anlamsızlaşır, hayat grileşmeye başlar ve hiç bir mutluluk da o griliği gökkuşağına çeviremez..

Hayata ya da yaşamın gerçekten değerli sayması gerekli tüm diğer unsurlar hakkında aklınıza ne gelirse gelsin, bir menfaat döngüsü. Yani, akıllarımız ve mantığımız! Bu durumu, gerçekçi olarak, tecrübe ve hayat deneyimlerimiz ile hayatın şartı olarak kabul edebilmek. Ya da adına her ne demek istiyorsanız, onu deyin. Acımasız ve adaletsiz olduğunu tereddütsüz kabullendiğimiz; bu içinde yaşadığımız çağ ve zaman..!

Daha da kötü olan ise, ‘herşeyin fiyatını biliyoruz, ancak değerini unuttuk’ düşüncesi ile konuyu uzattıkça uzatmak isterdim..! Ama bir hikaye daha var sizlerle paylaşmak istediğim;

“Sabahın 4 ü. Kapı küt küt çalar. Apar topar yatağından fırlayan Mehmet kapıyı açar ve karşısında İbrahim’i görür.

-Hadi Mehmet. Yola çıkalım, ancak gideriz.

Uzun zamandır  işsiz olan Mehmet ile İbrahim 150 km ötedeki tünelde işçi olarak çalışmak üzere yola çıkarlar. Ve zamanın şartları onlara yaya olarak yolculuk yapma şansı vermiştir. Yolu yarılamışlardır ama, yanlarına aldıkları yiyecekler de bitmek üzeredir. Bir köyün yamacındadırlar.

-‘Hadi şu köye girelim, bir iki ekmek alalım yanımıza’ der Mehmet.

Tam köye girecekken köyün köpekleri uzakta belirir ve hızla onlara doğru havlayarak gelmektedirler. Mehmet ve İbrahim son sürat koşmaya başlarlar. Fakat köpekler arayı kapatınca Mehmet çantasındaki ekmekleri yola atar. Köpekler ekmeği görünce biraz zaman kazanırlar ve ilk eve apar topar girerler. Şans bu ya, o sırada evde ekmek yapılmaktadır. Selam aleyküm falan derken ikram edilenleri yedikten sonra yanlarına birkaç tane de ekmek ve biraz peynir alırlar. 100-200 metre yürüdükten sonra köpekler yine belirir. Mehmet yine çantadakileri atar köpeklerin önüne. Hemen ilk eve dalarlar. Misafir ya bu. Ev sahipleri durumu öğrenince onlara yeniden ekmek ve biraz peynir verirler. Tekrar yola çıkma vakti. Aynı şey bir kez daha başlarına gelir. Son olarak köyden çıkarlarken yine saldırıya uğrarlar. Mehmet ve İbrahim çantalarındaki son ekmekleri de atar ve kaçıp tepeye çıkarlar. Soluk soluğa kalınca birer taşın üzerine otururlar. Artık tehlike atlatılmıştır. Mehmet uzakta bir taş yuvası gibi görünen köye bakıp iç geçirir.

-‘Gördün mü İbo? Son birkaç saattir aldıklarımızı atıp kaçıyoruz. Köye girmeden önce elimizde 1 er ekmek vardı. Şimdi hiç yok. Resmen köpeklere çalıştık. Ne anladım ben bu işten’...”

.......

Hocanın hikayesinde olduğu gibi; O su dolu kovayı ne kadar çekmek istersek isteyelim, bazen bir türlü beceremeyiz. Hatta amacımıza ulaşmak için kan ter içinde kalırız. Varmak istediğimiz hedef her ne ise, emin olmamız gereken bir şey vardır ki, o da; asıldığımız ipin ne kadar sağlam olduğudur. Yoksa, günün sonunda köpekler bizi yakalar...!

Son bir söz; Farkında olmamız gereken şey, hepimizin aynı gemide yol almakta olduğudur. Tek fark, çağ ve zaman...!

Mutlu hafta sonları...

Sevgilerimle,
Atiye BIÇAK.






0 yorum:

İstekler ile Mecburiyetler ama en önemlisi 'Özgür' olabilmek...

10:00 Unknown 1 Comments


Mayıs akşamları bir başka güzeldir. Hava ne soğuktur ne de sıcak. Öyle tatlı bir esintisi vardır. Ve penceremden içeriye giren rüzgarın perdemi havalandırması ile bende bilgisayarımın başına geçtim. Hani bir de şarkı sözü vardır;

“Penceremin perdesini havalandıran rüzgar”
“Denizleri köpük köpük dalgalandıran rüzgar”
“Gir içeri usul usul”
“Beni bu dertten kurtar” ve devam eder en sevdiğim nakaratı ile;
“Yabancısın buralara nerelerden geliyorsun”
“Otur dinlen baş ucuma belli ki çok yorulmuşsun”
“Bana esmayi anlat bana sevmeyi anlat”
“Bana esmeyi anlat esip geçmeyi anlat”...

Bir de bu tarihlerde, ayın görüntüsü de çok güzel olur. Güneş batıp, ay kendisini tamamen gösterdiği zaman ay ışığının karanlıkları aydınlatması ise çok daha güzeldir. Geceyi severim. Çünkü karanlıklar olmasaydı, parlayan yıldızları asla göremezdik! Batan her güneşin geceye dönmesi ve her gecenin de yeni bir sabaha gebe olması, yeni başlangıçları hatırlatır bana..

Ne uyur ne de uyanık olduğumuz araf anlarında gördüğümüz rüyalar vardır. Yeni bir güne gözlerimizi açmaya çalışırken, tüller belli belirsiz kıpırdamaya başlar. Günün ilk ışıklarıyla, sevdiğimiz ve uzun zamandır görmediğimiz birilerinin silüetleri perdeyi aralayarak sessizce odamıza girer. Şanslıysak iki çift laf ederiz. Ama çoğu zaman pamukların arasından kaybolan ay gibi, o yüzlerde sislerin içinde kaybolurlar. Rüya mıydı yoksa tam da uyanmaya çalışırken onları aklımızdan mı geçirmiştik anlayamayız. İşte iki gün önce  bana da ayni şey oldu. Uzun zamandır görmediğim ve çok sevdiğim bir insanı rüyamda gördüm. Belki gün içinde yoğundur diye, akşam olunca arayıp hatırını sordum. Mecbur muydum rüyamda gördüğüm için aramaya? Evet, beni aramaya mecbur eden hiç bir neden yoktu.  Bakacak olursak, bu durum bir zorunluluk ya da mecburiyet değildi. Ben sadece içimden geleni yapmak istemiştim..

Mecburiyet ise bambaşka birşeydir. Aslında tam da yazmak istediğim konunun başındayım şimdi. Yukarıda yazdıklarım nerden esti bilmem ama sanırım bütün suç mayıs akşamlarındaki o tatlı rüzgar esintisinin...

Nasıl yaşamamız gerektiğini yaşarken öğreniyoruz. Çünkü, hayatın kullanma kılavuzunu yanımıza almadan dünyaya geliyoruz. Bu hayatı, hem ilk hem de son kez yaşıyoruz. Hayatımız, biraz kendi seçimlerimizin, biraz da bizimle ilgili yapılan seçimlerin sonucudur..

Yani istekler ile mecburiyetler!!

Mecburiyet, insanı yapılacak şeyden uzaklaştırır ve soğutur. Mecburi olması, isyana sürükler çoğu zaman. Tabi bu durum, bir kısım insan için geçerlidir. Bazıları ise mecburiyetlerle yaşarlar, mecburiyetlere bağımlı kalırlar ve asla kuralların dışına çıkmazlar. Yani kısacası ot gibi gelip, ot gibi giderler. Bahsettiğim mecburiyet; bir askerin vatanı için savaşmaya olan mecburiyeti ya da bir babanın ailesini geçindirmek için köle gibi çalışmak zorunda olması değildir tabi ki. Anlatmaya çalıştığım şu dur;

Mecbur olmak demek, özgür olmayı reddetmek demektir. Çünkü, mecbur olan asla özgür olamaz. Mecbur olmanın özgür olmakla bağdaşan bir tarafı olmadığını bilmeyenimiz yoktur. Bireysel geçmişimiz ise özgürlük mücadelesi ile doludur. Uğruna ağır bedeller ödediğimiz bu özgürlük kavramı nedir? Özgür olmak zorundayız! Evet, “Zorundayız” dedim ve tırnak içine de aldım. Asıl mecbur olduğumuz, özgür olma zorunluluğumuzdur. Peki ya mecburiyet nedir?

Bir kelimeye hapsedilen ve olmazsa olmazımız olan bir zorunluluktur mecburiyet. Eğer bir şeyden kaçamıyorsak, bu kelimeye sığınarak kendimizi temsil ederiz. Mecburum!! Böyle bir şey olabilir mi? Bir şeyi gerçekten yapmak isteyen bir insan bu kelimenin arkasına asla saklanmaz. Bu korkaklıktır ya da bir şeylerden kaçmak için insanoğlunun yalan söyleyerek arkasına saklandığı basit bir kelimedir...!

Kısa bir hikaye ile devam edeyim:

“Asya’da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır. Bir hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı kadar büyüklüktedir ve yumruk yaptığı zaman elini dışarıya çıkaramaz.

Maymun, tatlının kokusunu alır ve yiyeceği kavrar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkartması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkamaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner ama kaçamaz. Aslında maymunu tutsak eden bir şey yoktur. Onu sadece kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmaktır ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki, bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür."

Hikayeden de anlaşılacağı gibi, bizleri tuzağa düşüren ve o kuyunun içine hapseden şey, zihnimizde olanlara bağımlılığımız ve arzularımızdır. Ancak, elimizi açıp bağımlı olduklarımızı ve benliğimizi serbest bırakırsak ‘özgür’ olabiliriz..

Modernleşmek demek, bireyselleşmek ve özgür olmak demektir. Birey olarak özgür olmak, insan gelişiminde varılacak en üst noktadır. Evet, insanlar dünyayı çok değiştirdiler ama ne yazık ki, en az değişen kendileri oldu...

Mutlu hafta sonları..

Sevgilerimle,
Atiye BIÇAK.











1 yorum:

Koruyucu Meleklerimiz...

10:30 Unknown 0 Comments


Daha dünyaya gelmeden her bebeğin koruyucu bir meleğinin olduğu ve bu meleğin adının da “Anne” olduğu bilinir...

Doğru değil mi? Evet, doğrudur..

Bugün anneler günü.. Ve bu haftaki blog yazımı ‘anne sevgisi’ üzerine yazmak istedim. Biraz kişiselleştirebilirim yazımı ama dedim ya bugün anneler günü. Bugün günlerden annem..

Annem der ki; 'Hep baban için güzel cümleler kuruyorsun'.. Babama olan düşkünlüğüm bir başka olsa da, sen cennetin kokusuyken benim sana yazacaklarım ancak bir kitaptaki ‘ön söz’ sayfası olur annem!! Ama bu sefer yazayım. Bu sefer hayatımda ilk kez senin için yazayım. Ben gözlerim dolu dolu yazayım, sen gülümseyerek oku annem...

Senin sevgin, öyle güzel ve öyle kıymetli bir sevgidir ki, başka bir sevgi ile kıyaslayamam. Karşılıksız olan o saf sevgin, en üstün değerdir benim için. Beni ben yapan, sensin annem! Daha okula başlamadan, okumayı yazmayı sen öğrettin bana. Sen benim en güzel öğretmenim oldun. Bu nedenle, en güzel ve en özel yazım da sana gelsin...

Allah’ın insanlara bahşettiği en güzel sevgi ‘anne sevgisi’dir...

Annemizin yeri başkadır. Özellikle çocukluğumuzda annemizin değeri bir başkadır. Onsuz bir dünya düşünemez ve buna mecbur bırakılırsak gözlerden akan yaşlar bir yana dursun, yüreklerdeki acıyı kimse durduramaz..

Bu hayatta, annemizden daha vefakar, merhametli, koruyucu ve bizleri ondan daha çok seven, mutlu olabilmemiz için kendi mutluluğundan feragat eden, üzüldüğümüzde ise bizden daha çok üzülen başka biri daha var mıdır? Yoktur tabi ki.. Öyle olduğunu söyleyenler olacaktır elbet.. Siz yine de inanmayın!!

Kederlenir, üzülürüz. Ve aklımıza ilk gelen kişi annemiz olur. Bazı gecelerde, yastığa başımızı koyduğumuz zaman ‘ah anne, yanımda olsaydın şimdi, yaralarımı sarsaydın’ deriz.. Hatta çok ilginçtir ki, çocukken yaptığımız yaramazlıktan dolayı annemiz bizi cezalandırdığı zaman ağlarken, ‘anneee’ diye boynuna sarılır da ağlarız. Bizi cezalandıran kişi annemiz olsa bile, yine o na sığınmaya çalışırız. Çünkü, en sağlam kalemizin annemiz olduğunu biliriz..

‘Anne’ demek, cennetin kokusu demektir.. ‘Anne’ demek, güven demektir..

Hissedilen en güzel duygudur ‘anne sevgisi’. Doğduğumuz zaman, annemizin sevgi dolu kollarına bırakılırız. Ve o kollardır bize güven veren. Biliriz ki, ne kadar uzak olursak olalım, kanatsız meleklerimiz hep yanımızdadırlar..

Bugün annesinden uzakta olanlar, ziyaretine gidemeyip telefonda kutlayanlar vardır. Yine bugün annesinin yanında olmasını isteyen ama mezarına çiçek bırakıp, sadece dua etmekle yetinen, ya da anne sevgisinin, o tarif edilemez duygusunu hiç bilmeden büyüyen kaç yetim vardır bilemeyiz. Ve bir de annesine kırgın olanlar, konuşmayanlar vardır. Konu her ne olursa olsun, bir annenin kalbini kırmanın bedeli çok ağır ödenir. Çünkü, Peygamber Efendimiz’in de dediği gibi; 'Cennet annelerin ayakları altındadır'. Ancak maalesef, insanoğlu bazen vefasızdır. Kendisi için bir çok fedakarlık yapan o en değerli varlığın kıymetini bilmez. Kuş misali yuvadan uçup gider ve onu büyütüp yetiştiren annesini pek de önemsemez. Ama annesini kaybettiği zaman, içi sızlamayan insan da yoktur. Çünkü, anne sevgisi, bebeklikten işlemiştir insanın kalbinin en derinlerine..

Her insanın annesi, kendisi için çok özeldir elbet.! ‘Anne sevgisi’, en değerli sevgidir. Bu sevgi, dünyadaki hiç bir sevgi ile kıyaslanamaz deyip bir kaç hafta önce şahit olduğum bir olayı paylaşmak istiyorum sizlerle;

Restorantta otururken, ayaklarımın içinde dolanan kediye bir parça et vermiştim. Ben verdiğim lokmayı kendisinin yemesini beklerken, o yavrularına seslenmişti ve yavru kediler yiğene kadar da başlarında beklemişti. İzlemiş olduğum bu olaydan inanılmaz derecede etkilenmiştim ve sadece ‘işte annelik böyle bir şey olsa gerek’ diyebildim..

Bir de annenin değerini anlatan güzel bir hikaye gider sanırım yazıma;

Bir zamanlar dünyaya gelmeye hazırlanan bir çocuk varmış. Çocuk ile Allah’ın arasında şöyle bir konuşma geçmiş:

Çocuk Allah’a sormuş;

‘Allah’ım, beni yarın dünyaya göndereceğini söylediler. Fakat, ben o kadar küçük ve güçsüzüm ki, orada nasıl yaşayacağım?’

‘Tüm meleklerin arasında senin için bir tanesini seçtim. O seni bekliyor olacak ve seni koruyacak. Meleğin sana hergün şarkı söyleyecek ve gülümseyecek. Böylece sen onun sevgisini hissedecek ve mutlu olacaksın.’

‘Peki, insalar bana birşey söylediklerinde dillerini bilmeden, söylediklerini nasıl anlayacağım?’

‘Meleğin sana dünyada duyabileceğin en tatlı ve en güzel sözcükleri söyleyecek. Sana konuşmayı, dikkatle ve sevgi ile öğretecek.’

‘Peki, ben seninle konuşmak istersem ne yapacağım?’

‘Meleğin sana ellerini açarak bana dua etmeyi de öğretecek.’

‘Dünyada kötülerin olduğunu da duydum. Beni onlardan kim koruyacak?’

‘Meleğin seni kendi hayatı pahasına da olsa koruyacak.’

‘Fakat, ben seni bir daha göremeyeceğim için çok üzgünüm.’

‘Meleğin sana sürekli benden söz edecek ve bana ulaşmanın yolunu öğretecek.’

O sırada cennette bir sessislik olur ve dünyanın sesleri cennete kadar ulaşır. Çocuk gitmek üzere olduğunu anlar ve son bir soru sorar;

‘Şimdi gitmek üzere isem, benim meleğimin adı ne?’

‘Meleğinin adının bir önemi yok yavrum. Sen onu, “ANNE” diye çağıracaksın.

Şimdi biliyorum ki anne, gözyaşların telefonunun ekranını ıslatıyor. Ama yazımın başında; ‘sen gülümseyerek oku annem’ dedim. Çünkü, senin gözyaşların da benim yüreğimi sızlatıyor artık..

Annelerimizin bizler için verdikleri emeklerin karşılığını ödeyemeyiz belki ama kıymetini bilip, az da olsa emeklerinin karşılığını vermek için elimizden gelenin fazlasını yapalım..

Başta kendi annem olmak üzere tüm annelerimizin anneler gününü yürekten kutluyorum..

Sevgilerimle,
Atiye Bıçak






 



0 yorum: