“Normal olmak” yani “Kendin olabilmek”..

10:24 Unknown 1 Comments


Sıradan bir iş günü sonrasında evde otururken, son zamanlarda gerek yaşadıklarım, gerekse diğer insanların yaşadıkları ve şahit olduğum yaşanmış bir takım olaylar siyah beyaz bir filim şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. Tüm bu olayların normal olup olmadığını düşünürken, bir kelime olarak “normal”in olağan ve sıradan manasın da olmasına rağmen işin özünde pek de sevimli bir kelime olmadığı fikrine kapıldım..

Kendim söylemiyorum bu sözü, okuduğum bir kitabın yazarından ödünç alıyorum; “İnsanların, anormal zamanlarda anormal davranışlarda bulunması normaldir”. Çok da doğru bir söz. Gerçekte kimse normal olmak istemez. Ama kimse de anormal olmayı kaldıramaz. Çünkü, diğer insanlardan farklı olma arayışı gerçeğinden hareketle “normal olma” bir başarısızlık, özel olamama yani özetle kendimizi bulamama halini çağrıştırır gerçeğinde.

Bu size “değişime olan ihtiyacı” hatırlatmıştır umarım. Bizim farklı olmamız, diğer herkesin normal yani olağan olması denklemine dayanır. Oysa ki herkes için de, biz herkesle aynıyızdır aslında. Ve hiç birimiz bir diğerinden az ya da daha çok normal değildir. Bu karmaşık teoriden en kolay çıkma yolu ise, ilk önce kendimize herkesin farklı olduğunu kabullendirip, bu farklı olma çabasına öyle başlanmalıdır. Bu basit noktayı bulup sindirdikten sonra geriye sadece aklımıza geleni yapmak kalıyor. İşte, bu da işin en kolay yanı artık.  

Tabi işin temeline inecek olursak, çocukluğumuzdan beri belli kalıplar içerisinde hareket etmeye zorlandık “uslu” olmak için. Dolayısıyla da aynılaştık. Benim gibi kreşe gidenler hatırlayacaktır; “uğur böceği olun” ya da “çiçek olun” sıfatlarını. Her nedense herkes ayni sıfat olurdu. Hiç farklı ya da anormal olmamızı istemezlerdi. Sormazlardı “ne olmak istersiniz?” diye. Neden peki? Kişinin kendine has özelliklerini ortaya çıkarması yerine, herkesle ayni özelliklere sahip olmasını isteriz? Örneğin; Aileler herhangi bir sanat dalı yerine evladının üniversite bitirip, daha çok para kazanabileceği bir meslek sahibi olmasını istemektedirler. Sakın karamsar bir yazı okuduğunuzu düşünmeyin. Kendi kanaatimce burada anlatmaya çalıştığım sadece “kendin olabilmek”tir.

Yalnız yürüdüğümüz bu hayat serüveninde, yalnız kalmak bir süreliğine zevkli de olsa, bir süre sonra bıktıran bir çaresizliğe dönüşecektir. Daha önce de bir yazımda çaresizlik ve yalnızlığa değinmiştim, fakat bu kez durum biraz daha farklı. Kendin ola bilme arzusu ile diğer insanlardan farklı olamama ihtiyacında sürüklenen bir duygu yumağı olmuşsundur artık. İşte, tam bu esnada normallikte sana göz kırpmaya başlamıştır. Aklı çalışan tüm insanların çaresizliğinin temelinde de böyle bir gel git vardır sanırım. Tüm dünyanın böyle bir sıkıntının içerisinde olduğunu da nereden çıkarttım diyebilirsiniz? Bu durum tamamen yanıldığım bir husus olabilir tabi. Belki de bunun doğruluğunu sizlere tamamen ıspatlamam neredeyse imkansızdır. Ama bir an bunun doğru olduğunu ve tamamen size ıspatlaya bildiğimi düşünün!! Mesela; Sosyal medyadaki tüm insan hallerini, haberleri, dinlediğiniz her dilden şarkıları, okuduğunuz Avrupa kitaplarını, izlediğiniz filimleri ve reklam içeren tüm o mükemmel vücutlu insanların şahane hayatlarını düşünün. Tüm bu saydıklarımın içinde bize benzeyen ve biz gibi olan hayatlar vardır elbet. Tabi rolünü kıskanarak hayatımıza geçirdiğimiz film karakterlerini saymazsak eğer. Esasın da filmler bize sadece mutsuz olmayı öğretmiştir. Çünkü ne yaparsak yapalım o filmlerdeki hayatları yaşayamıyoruz. Kurgu daima içinde bulunduğun gerçek hayata karşı zafer kazanıyor. Bunu, telefonundan paylaştığın fotoğraflarından da anlayabilirsin. Neredeyse hepimiz photoshop’cu olduk. Yaşasın dijital devrim! 

Tüm bunlara rağmen, insanlar arasında çok ciddi bir ayrım yaratan siyah boyalı bölgeler vardır. Kimse bir diğeri ile ayni olmaz, olamaz. Çünkü hepimiz farklı olmak zorundayız. Bu bizim insan olabilme ve hayatta kalabilmemizin yoludur. Kendin olabilmek için, önce gerçekte ne olmak ve nasıl yaşamak istediğine karar vermelisin. İşte o zaman herkesten farklılaşmış olursun. Bu durum seni sıradan biri değil de normal biri yapacaktır. Yukarıda da anlamaya ve anlatmaya çalıştığım gibi; Normal olman, seni başarısız ya da özel olmayan biri yapmayacaktır. Tam tersi, sen kendini bulmuş olacaksın...

Elbet her birimizin normal olanın ne olduğuna verecek bir cevabı vardır. Ama bir Kızılderili atasözü “Karşındakinin pabuçlarını giymeden, onun nasıl yürüdüğünü bilemezsin” der ve bence buraya da çok yakışır. Sanırım normallik buydu. Neyi nasıl ve neden yaşarsın bilmem ama, normal olan yaşadığın o en değerli anda gizlidir. Yani şimdidir! Senin beğenmediğin o “normal hayatını”, yaşamak isteyen insanlar vardır. Bundan emin olabilirsin!

Yaşadığın ve içinde bulunduğun durumu kabul edip, kendine karşı sabırlı olmalısın. Çünkü, bana göre “normal olmak”, sabırlı olmak ile alakalı bir durumdur. Kabul ettiğin her şeyin, teslim olduğun bir saldırıdan başka bir şey olmadığını ve hiç bir şeyin de sonsuz gibi bir ayrıcalığa sahip olmayacağını bilerek yoluna devam etmelisin...

Sevgilerimle;


Atiye Bıçak..

1 yorum:

Benliğimize olan sadakat ve gerçekler...

10:23 Unknown 0 Comments


Bu hafta ne yazacağım ile ilgili herhangi bir fikir oluşmamıştı kafamda. Belki az öncesine kadar aklımda en ufak bir fikir bile yoktu, ama değiştirmek istedim az sonrayı. Şömineden gelen çıtırtı sesleri eşliğinde geçtim bilgisayarımın karşısına ve yazmaya başladım..

Bir önceki sabah evden bir telaş içinde çıkmaya çalışırken, köpeğim Cındy’nin ayağıma sarılması ile bana olan sadakatini hissettim. Tabi ya, “Sadakat”! Kişinin eşine ve ailesine olan sadakati, arkadaşına olan sadakati, bir ustanın işine olan sadakati, bir köpeğin sahibine olan sadakati.. Ve bu böyle uzar gider. En önemlisi de benliğimize olan sadakatimizdir. Bütün kişisel seçimlerimizi yapmış olduğumuz özgürlük kaynağımızdır benliğimiz. Benlik, kendi gerçeklerimizi, yani hayatımızı oluşturduğumuz yerdir. Dolayısıyla, öncelikle kendi benliğimize sadık olmamız gerekir. Her şeyden önce insan, kendine dürüst olmalı. Ama hangi kendimize? Sri Sathya Sai Baba’nın öğretilerine göre; “Seni sen yapan üç kişidir: Biri, olduğunu düşündüğün, öbürü başkalarının olduğunu düşündüğü, üçüncüsü de gerçekten olduğun kişidir”. Üçüncü bir kişiyi yaratmaya çalışmalıyız ki, sadakat, mutluluk ve huzur bizimle olsun. Çünkü sadakat, insan kalabilmenin özüdür.

Kendini bilmeyen hiçbir şey bilemez, kendini bilen ise her şeyin özünü çoktan kavramıştır” diyen Aziz Thomas’ın bu sözü tam da buraya çok yakışır bence...

Gerçekler el verdiğince değiştirebilirsin az sonrayı. Ya da 1-2 gün sonrasını, 1-2 ay sonrasını, belki de 1-2 yıl sonrasını. Çok çabalayarak, çok çalışarak değiştirebileceğin gerçekler vardır elbet. Elbet, bu kadar da çaresiz değilizdir hedeflerimize ulaşmakta. Kaç kişi çalıştı diye kazanmıştır? Kaç kişi koştu diye varmıştır? Olmaz demiyorum. Olur elbet. Peki kaç kişi amacına ulaştığı zaman, vardığı hedefinin farkına varmıştır? Gerçekler diyorum sayın okuyucu. Gerçeklerin seni senden aldığının farkına vardın mı hiç? Değişime olan ihtiyacını, bağlılığa olan sadakatine tercih etmişsen eğer; sen gerçeklerin farkında değilsindir. Ya da bağlılığa olan sadakatin baskın gelmiştir ve hedefine gitmemişsindir. Hayal ettiklerini görmemeyi, gözlerinle algıladıklarına tercih etmişsindir. Bağlılığın, değişime olan ihtiyacın olmuştur. En üzücü tarafı ise, kendine olan sadakatini kaybetmişsindir.

Sadakati hayata geçirmek için, kendimizle diğer insanlar arasında olup bitenler konusunda her zaman tetikte olmayı ve de en önemlisi uyanık olmayı bilmemiz gerekir. Yani, karşımızdaki resmin tamamına olduğu kadar, resimdeki küçük ayrıntılara da dikkat etmeliyiz. Bizim için küçük görünen herhangi bir şeyin, başkası için büyük bir anlam ifade edebileceğini bilmeliyiz. Karşımızdaki kişinin görüşlerine ve fikirlerine saygı duymalıyız. Çünkü sadakat, hem kendimize hem de başka insanlara eşit oranda özen göstermektir.

Kendine, diğerine, ötekine, sözlere, merhamete sadık kalabilmek büyük maharettir. Ve de mantık gerektirir. Tabi, mantıklı olanın ne olduğunu bir türlü kavrayabilmişsek eğer. Tıpkı, arabanın dikiz aynasından son dakika yakaladığın havlayan bir köpek, fakat durup ilgilenmeyi aklından geçirmeyip yoluna devam ettiğin gibi. Sen  arabanın içerisindeyken  sana havlamasının pek bir önemi yoktur. Ve bu, pek alışılagelmiş bir durumdur. O sırada yolda yaya yürüyor olsaydın ne hissedebileceğini, aklına bile getirmezsin. Ve eğer sen yola devam etmeyip dursan ve sana neden havladığını anlamaya çalışsan, hiçbir şey ifade etmeyecektir. Sen yoluna devam etmeye, köpekte senin peşini bırakıp arkadan gelen diğer arabaya havlamaya devam eder. Öyle bir şeyler işte.  Bu kadar anlamsızdır çoğu zaman bu anomali. Tüm bunlara, gerçekleri örtmeye çabalayan düşüncelerinle bir türlü anlam katamayan sen ve   neden havladığını bilmeyen köpek! Sen, bu sıradan anomaliye normal bakmaktasındır. Normal bakmaktaki başarının ödülü ise, kimilerine göre huzurlu ve uzun hayatın sırrı, kimilerine göre de yaşamda başına gelen tüm başarısızlık ve yenilgilerin sebebidir. Bana göre, hayallerine duyduğun sadakattir..

Sen de bu yazıyı okurken, kendine olan sadakatini, kim olduğunu, dışardan gelen sesin sebebini, hatta belki de facebook ve twitter’daki son durumunu düşünmeye başlamışsındır. Bunların yanında, karşılaşacağın sevdiğin yada sevmediğin tüm o diğer insanları, yarın havanın nasıl olacağını, sevgilinle ilişkinin geleceğini hatta pişmanlık hissettiğin zamanlarda ise cehenneme dönen dünyanı da düşünmüş olabilirsin. Ne güzel demiş bir yazar; “Cennete gitmek isteyenlerin, cehenneme çevirdiği bir dünyada yaşıyoruz”..

‘Cennet’ ve ‘Cehennem’ demişken, geçenlerde facebook hesabımda rastlamış olduğum ve de çok anlamlı bulduğum bir fotoğrafta anlatılmak isteneni sizlerle paylaşmak istiyorum izninizle; İnsanlar Avrupa’da Iphone ya da Samsung almak arasında tercih yapamazken, diğer tarafta Afrika’da su ve ekmek arasında tercih yapmak zorunda kalıyorlar. Suriye’de ise ölmek ya da hayatta kalmak için savaş veriyorlar. İşte böyle bir dünyada yaşıyoruz. Bu durum da bir gerçektir maalesef..

Ne yazacağımla ilgili bir fikrim yokken, böyle bir yazı çıktı ortaya. Yukarıda da dediğim gibi; “Gerçekler el verdiğince değiştirebilirsin az sonrayı”. Ben de yazmak istedim ve yazdım..

Benliğinize olan sadakatinizi her zaman hatırlamanız dileğiyle..

Sevgilerimle,

Atiye Bıçak


0 yorum:

Hissetmek, derinden hissetmek..

10:55 Unknown 0 Comments


Nedendir bilmem, son zamanlarda hissetmenin ne kadar derin bir mesele olduğu ile ilgili bir düşünce oluştu kafamda..

Gözlerimizle algıladıklarımız, yani gördüklerimizin yanında ve onların biraz dışında, kafamızda küçük bir resim halinde geçen bir başka dünya hatta dünyalar vardır. Farklı dünyaları da görüyoruz ve duyuyoruz. Belki de hissedip tadına bakıyoruz tüm bu varyasyonların. Hissetmek, gözlerin göremediğini görmek ve kulakların işitemediğini duymaktır. Yaşam boyu edindiğimiz bilgilerin toplamında bize “sanki böyle olacak” dedirten şeydir hissetmek. Taşıdığı derin anlamıyla da, bir çok ironiyi beraberinde sürükler.

Mesela;

Herşey için artık çok geç olduğunu biliyorsundur ve “ya .... olsaydı” ya da “acaba” ile başlayamazsın tekrardan. Çünkü, kaybetmişsindir artık. Kaybetmeyi hissedersin...

Parmağına iğne batar, canın acır. Acıyı hissedersin..

Hastalanırsın, bitkin hissedersin..

Arkandan birinin yürüdüğünü hissedersin. Bilmene rağmen, ürkersin..

Hava çok soğuktur ve soğuktan bütün bedeninin titrediğini hissedersin..

Derdin vardır, konuşacak birini ararsın ama anlatacak kimsenin olmadığını fark eder, kendini yalnız hissedersin..

Aşık olursun, aşık olduğun kişinin de sana karşı duygularının olduğunu öğrenirsin. Mutlu hissedersin..

Tüm bunların dışında bir de “derinden” hissetmek diye bir şey vardır. İşte öyle zamanlar da bütün renkler birdenbire siyah ve beyaz olur gözünde. Bazen olmasını en çok istediğin bir şeyin gerçekleşmeyeceğini ya da olmasını asla istemediğin bir şeyin olacağını hissedersin. Kafan karışır ve etrafa boş gözlerle bakarsın. Boş konuşur, boş gülümsersin. Üzüldüğünü belli etmemek için çaba sarf edersin. Binlerce soru oluşur kafanda, midene ağrılar girmeye başlar. Ettiğin duanın kabul olmayışı seni derinden yaralar. Kimsenin seni anlamadığını düşünürsün. Belki de anlar, bilemezsin. Sadece sen bunu tek başına yaşamak zorundasındır. Hemen silip atamazsın kafandan seni üzen konuyu, bir kenarda tutarsın. Zaman geçse de üzerinden, hiçbir zaman hafızandan silinmeyecektir. Ve sen bundan eminsindir. İşte bunu çok iyi hissedersin...

Hissetmenin ne denli derin bir mesele olduğunu yazarken,  kafamda başka bir konu canlandı. “Biriyle birlikteyken, bir diğerini sevmek” ya da “ Birini severken, bir diğeri ile birlikte olabilmek”. “Aldatılmak” veya “Aldatmak”. Başka bir konu desem de, yine hissetmekle alakalı bir durumdur. Hatta hiç şüphesiz hissedilen en kötü şeylerden biridir. Bunun altında sebepler arama. Çünkü, Eros’un o oku kalbe ne zaman ve nereden atacağını bilemezsin. Ancak bir gerçek vardır ki, bir aşk bitmeden bir diğeri başlayamaz. O zaman dürüst olacaksın!

Takdir edersiniz ki, konu derinleşmeye başladı. O zaman, daha önce okumuş olduğum güzel bir hikaye ile bu haftaki yazımı sonlandırayım..


Her ne kadar saklamaya çalışılsa da, çok uzakta olunsa da, bazı şeyler gerçekten de derinden hissedilebiliyor. Hissetmek, bazen anın yarattığı bazen de karşındakinin hal ve tavırları ile alakalı bir durumdur. Bazen ise, bildiklerinle hissettiklerin çok farklıdır...

Yağmuru hissetmek vardır, bir de sadece yağmur da ıslanmak. Yağmuru hissedip, hislerinizin peşinden gitmeniz dileğiyle. Herkese iyi hafta sonları...

Sevgilerimle,

Atiye Bıçak




0 yorum:

Umut hep vardır ve elmas taşlarını harekete geçirecek olan sizsiniz...

10:45 Unknown 0 Comments


“Cennet ve cehennemi ayni anda yaşıyorum” dedi.

Hayat o na acımasızca davranmıştı. Oysa o sadece huzurlu bir yuvası ve sakin bir hayatı olsun istemişti. Daha önceki mutsuzluklarının kalıntıları silinmeden, yenileri eklenmişti hayatına. Bundan sonra, yaşamının geri kalan devamında mutlu olmak istiyordu. Bunun için ne gerekirse yapacaktı. Ve geçmişteki acılarına perde çekip, yeni başlangıç yapmaya karar verdi. Kararlıydı ve umutluydu...

Bir önceki yazımda, yeni başlangıçlar ve yeni umutlar üzerine yazmak isterken, kurgu birdenbire menfaate dönmüştü. Bu nedenle, yeni umutlar ve yeni başlangıçlar konusuna bu yazımda, yukarıda yazmış olduğum kurgu ile devam etmek istiyorum.

Başlamak; Yeni bir sayfa açmak, mazideki kederleri ve acıları unutarak geleceğe umutla bakmaktır. Yeni bir sayfa açmak, kolay değildir. Zahmetlidir ve zordur. Ama yeni bir başlangıç yapmak, yeniden doğmak ve yaşama tutunmaktır. Önce yapabileceğine inanmak, sonra ise bunun için çabalamak gerekir. Başlangıçlar bize, yorulmadan, yılmadan yola devam etmeyi öğreten elmas taşlarıdır.

Bu bağlamda, bazı yazarların ve düşünürlerin “başlangıç” için söylediklerini birlikte okuyalım...

˜              “Her şeyin en mühim noktası, başlangıcıdır”.
˜             “Başlamak için şartların mükemmel olmasını beklemeyin. Şartları mükemmelleştiren   başlangıcın        kendisidir”.
˜             “Hayatta bazı şeyler, gittiğiniz yönün tam zıttına bilinçli bir sıçrayış yapmakla kazanılır”.
˜             “Kimse geçmişe gidip, yeni bir başlangıç yapamaz; Ama bugün başlayıp, yeni bir son yazabilir”.
˜             “Başlamak için en uygun zamanı beklersen hiç başlamayabilirsin. Şimdi başla! Şu anda bulunduğun      yerden, elindekilerle başla”.
˜     “İyi bir başlangıç, yarı yarıya başarı demektir”.

Yeni bir sayfa açmak için doğru zamanın gelmesini beklemeyin. Çünkü öyle bir zaman yoktur. Bir mucizenin olmasını da beklemeyin. Unutmayın ki, mucize sizsiniz. Başlangıçlar elmas taşları olsa da, elmas taşlarını harekete geçirecek olan sizlersiniz.

Umut! Yaşam olduğu sürece, umut hep vardır. Hayata gözlerinizi açtığınız her günün değerini bilip, umudun temelleri ile hayatınızın rotasını dilediğiniz gibi çizebilirsiniz. Hayatın hiç bitmeyeceğini düşünüp geleceğe odaklı yaşarsanız, anı kaybedersiniz. Yaşamı ve hayatınızda yapmak istediklerinizi ertelemeyin. Küçük de olsa hayallerinizin ve umutlarınızın peşinden koşun. Yaşamın, hiç ummadığınız bir zamanda can bulabileceğini unutmayın. Umudun, ancak siz istediğinizde kapınızda belireceğini bilin. Her anınızı yaşarken, sadece şunu hatırlayın; “Hayat gerçekten çok kısa”. Hayat sadece “şimdi”dir. Ve şimdinin ise bir tekrarı daha yoktur. Dün bitti, yarın ise gelecek. Yaşamak için sadece “şimdi” var. Şair Nazım Hikmet’in dediği gibi;

“Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın. Bir sincap gibi mesela, Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden. Yani bütün işin gücün yaşamak olacak”. 

Yaşadığınız her anı, mutlulukla, umutla ve büyük bir ciddiyetle yaşamanız dileğiyle.

Sevgilerimle,

Atiye Bıçak




0 yorum:

Biten menfaat, samimiyeti de yanında harcar..

00:59 Unknown 0 Comments



Yeni bir yıldan herkese merhaba..

Bir yılı daha acılarımızla, sevinçlerimizle geride bıraktık. Yeni bir yıla merhaba dedik. Dilekler tutuldu, yeni başlangıçlara ilk adımlar atıldı. Bence, her yeni gün yeni bir başlangıçtır ve değişen sadece rakamlardır.

Aslında bu yazımın konusu, “yeni başlangıçlar ya da “yeni umutlar” dı. “Yeni umutlar” üzerine kalem oynatmayı hayal ederken, geçen gün bir arkadaşımın sergilediği davranışı karşısında kurgu birdenbire “menfaat” e dönüştü. Onun bu davranışına hiçbir tepki vermedim ve sadece sustum! Hani derler ya; “Bazen susmak en güzel cevaptır”. Ben de öyle yaptım.

Karşılıksız sevgileri ve dostlukları bu yazımın dışında tutarak konuya devam etmeye karar verdim.

Evet. Menfaat! Nedir menfaat?

Menfaat, en basit tanımı ile kişinin kendi çıkarları doğrultusunda bir başkasından yarar ve fayda sağlamasıdır. Bana sorarsanız, insanları birleştiren de, ayıran da menfaattir.

Bir yalancı atasözü der ki; “sen benim için değerlisin, üzülmeni istemem”. Size de tanıdık geldi mi bu söz? Hepimize buna benzer cümleler söylenmiştir hiç şüphesiz. Sözler söylenmiş ama sadece sözde kalmış, vaatler verilmiş ama sadece hayal kırıklıkları yanımıza kalmıştır. Neden mi? Çünkü insanoğlu gerçekten hızlı üretici ve tüketicidir. Samimiyetin başlama süreci, menfaatin yüceliğine bağlıdır. Menfaat bitince, her yemek sonrası olması gereken temizliğin yerini yediği kaba pisletmesi alır olmuş. Bunu da tatlılaştırabilmek için, ‘çok muhabbet, tez ayrılık getirir’ demişler. Külliyen yalan! Biten menfaat, samimiyeti de yanında harcar.

İnsanlar, bir şey beklemedikleri kimseleri pek tanımazlar. Sizinle işleri bitene kadar iyi geçinirler. Hatta, onlardan iyisi yoktur. Çünkü menfaat her kılığa girer ve her dili konuşur. Fakat, böyle kimseler bilmezler ki bir de ‘su meselesi’nin olduğunu. Yine bu noktada aklıma güzel bir eflatun sözü gelir. “Sular yükselince, balıklar karıncaları yer. Sular çekilince de karıncalar balıkları yer”. Kimse bugünkü üstünlüğüne, gücüne ve de mevkisine güvenmemelidir. Çünkü kimin kimi yiyeceğine ‘suyun akışı’ karar verir.

Tekrardan konumuza geri dönelim. Menfaatçi kimseler her kılığa girebildikleri için, onları tanımanız zaman alabilir. Öyle bir an gelir ki böyle kimseler size gerçek yüzlerini gösterirler. İlk başta kabul edemez ve nasıl olur dersiniz. Ama maalesef gerçekle karşı karşıya kalırsınız. Yapmanız gereken tek bir şey vardır. O da; Menfaatçi gördüğünüz hiç kimseye pirim vermeyin, yol verin gitsin.

Ben, bu dağa baktığım da, dağın arkasında ne olduğunu görürüm” der hep Babam. Sanırım her geçen gün ne demek istediğini daha iyi anlıyorum..

Son bir söz: Hiç bir zaman menfaat beklentilerinizi sevgi ile karıştırmayın..

Yüreği temiz olan insanların, tüm yaşantısının güzelliklerle dolu olması dileğimle..

Sevgilerimle,


Atiye Bıçak..

0 yorum: