VLOG / Milano / Verona / Venedik / Floransa tatilim

Tatil Çantamda Neler Var?

Gerçekleşemeyen Alevkayası Maceram..


Karmi Köyü'nü Keşfedelim mi?

Kuzey Kıbrıs’ın saklı cenneti Karmi / Karaman


Sanırım Kıbrıs bir cennet diye boşuna söylemiyorum..

Ve Karmi de bu cennetin en güzel yerlerinden biri..




Hadi hep birlikte Karmi’yi keşfedelim..




Karmi Köyü, 1878-1960 yılları arasında İngilizler tarafından kurulmuştur..

Eski bir Lüzinyan köyü olan Karmi, Karaman adı ile de biliniyor ve burada yaşayanların çoğu İngiliz olsa da, bu köyde Almanlar, İtalyanlar, Hollandalılar ve Fransızlar da yaşamakta..

Karmi köyü, attığınız her adımda huzuru hissedebileceğiniz ve doğanın tüm kokularını içinizde duyabileceğiniz, Girne dağlarının arasında gizlenmiş, muhteşem bir manzaraya sahip olan İngiliz köyüdür..


Karmi Köyünden Girne manzarası


Daracık sokakları, yamaçlar üzerinde konumlandırılmış otantik evleri, sakin ve huzurlu sokakları ve bu sokaklardan karşınıza çıkan sürpriz güzelliklerle dolu gizli bahçeleri ile, kendinizi sihirli bir kapıdan içeriye girmiş gibi hissedebilirsiniz..


Benim en sevdiğim ve adına ‘basamaklı sokak’ dediğim lavanta kokulu sokağı..


İnişli çıkışlı, kıvrım kıvrım sokaklar var bu köyde. Dar ama bir o kadar da sevimliler..


Köyün daracık ve yeşilliklerle dolu sokaklarının etrafındaki villaların hepsinin isimleri var. Bu isimler, yapıldığı yıllarla birlikte sanat eseri olan tabelalara yazılarak evlerin girişlerine yazılmıştır..




Tabela detayı..


Köyün tam orta yerinde eski bir kilise de var. Ziyaret etmenizi tavsiye ederim, içerisinde yapıldığı yıllara ait antikalar halen mevcut...


Köyün merkezinde bulunan Virgin Mary (Bakire Meryem) Kilisesi




Bu sokakta ise, Karmi de dolaşırken nefeslenmek isterseniz isimleri Cafe Bar Spot, Levant Restorant ve Cafe Corner olan 3 mekan bulunmaktadır..





Eğer Kuzey Kıbrıs’a gelirseniz, Karmi'ye mutlaka uğrayın, size pozitif enerji verecektir :)



Sevgiyle kalın...

Mimarisine hayran kaldığım şehir; Barcelona..


Barcelona  mimarisinin ünlü kahramanı; Antoni Gaudi..

Bana, ‘Barcelona seyahati nasıl geçti’ diye soranlara; ‘Mimarisine hayran kaldığım şehir’ demiştim. Çünkü, her karenin başrolünde Gaudi vardı. Benim Barcelona serüvenim de bol Gaudi’liydi.

“ Bugün bir deliyi mi yoksa bir dahiyi mi mezun ediyoruz, bilmiyorum. Bunu zaman gösterecek”

Gaudi, mezun olduğu zaman ‘School of Architecture, Barcelona’  üniversitenin rektörü ‘Elias Rogent (1821-1897)’, diplomasını vermeden önce ona bu sözleri söylemişti. Yaşamış olduğu yüzyılda ‘geri kafalı’ olduğu, hatta tasarlamış olduğu projeleri için ‘modern ucubeler’ denilmişti. Fakat ölümünden sonra, ‘Tanrı’nın Mimarı’ olarak adlandırılmıştı. Günümüzde ise, onun eserleri her yıl milyonlarca ziyaretçi ağırlamaktadır.


Hadi hep birlikte Antoni Gaudi’yi ve onun sıra dışı eserlerini tanıyalım..

Barcelonaya, yani Gaudi’nin Hayatına ve onun ‘Harikalar Diyarı’na yolculuk;

Antoni Gaudi’nin Hayatı
Antoni Gaudi (tam adıyla Antoni Plàcid Guillem Gaudí i Cornet) 25 Haziran 1852 de Katalonya’nın Reus kentinde doğmuştur. Bir bakırcı ustasının oğlu olduğu için, çocukluğunda demirci çırağı olarak çalışmıştır. Daha çok evinin yakınlarında kaldığı için, doğada vakit geçiriyordu. Bu dönemlerde doğayı incelemesi sayesinde en önemli iki yeteneğini de kazanmış olacaktı: ‘Doğanın gözlemi ve analizi’.

Antoni Gaudi.


Eğitim hayatına, 1869 yılında Barcelona da, ‘School of Architecture, Barcelona’ üniversitesinde  ‘mimarlık’ okumayı tercih ederek devam etmişti. Askerlik hizmeti ve çeşitli nedenlerden dolayı mimarlık eğitimi sekiz yıl sürmüştü. 1878’de eğitimini tamamladığı Barcelona kenti, Antoni için tüm sanatsal etkinliklerinin merkezi haline gelmiş ve kişiliğinin gelişiminde büyük yer tutmuştu.
Gaudi, 7 Temmuz 1926 yılında 74 yaşında bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetmiş ve La Sagrada Familia’ya gömülmüştür.
Antoni Gaudi’nin Sanatı


Antoni, İspanya’da ‘Yeni Sanat’ (Art Nouveau) akımının öncüsü ve Barcelona’nın en ünlü mimari eserlerinin tasarımcısı. Yani, Katalan modernizminin sahibi.
Yaşamış olduğu dönemde tasarlamış olduğu eserleri ile anlaşılmamış olmasına rağmen, çağının çok ötesinde işler yapan usta bir sanatçı.
Gaudi, o dönemde tanıştığı mimar ve sanatçıların fikirlerinden fazlasıyla etkilenmişti. Özellikle, ‘Süsleme, mimarinin kaynağıdır’ diyen İngiliz düşünür John Ruskin ile Fransız mimar Eugene Viollet-le-Duc’ın görüşlerinden etkilendiği söylenmektedir. Bu da mimarlık hayatının gelişmesine neden olan önemli etkenlerden biriydi. Gaudi, zamanla 19.YY’a ait olan baskın sanatsal tarzların ötesine geçerek, özgün ve özgür tasarımları ile Katalan burjuvası içinde aranılan bir sanatçı olmuştur.
Gaudi’nin ilk önemli eseri, 1883-1888 tarihleri arasında, Vicens ailesi için tasarlamış olduğu Barcelona’daki ‘Casa Vicens’ isimli yazlık evdir. Daha sonra İspanya’lı Eusebi Güell ile bir tesadüf sonucu tanışması, Gaudi’nin yeni eserlerini ortaya çıkarmasına imkan sağlayarak, Barcelona’da ün ve prestij sahibi olmasına en büyük etkenlerden biri olmuştur.
Antoni Gaudi’nin Eserleri

Gaudi’nin tasarlamış olduğu tüm eserlerinde, çizgi dışı bir tarz var. Kesinlikle düz çizgi kullanmıyordu.

Eserleri; Egzotik, fantastik ve Büyüleyici olduğu için, kendinizi ‘Alice Harikalar Diyarı’ndaymış gibi hissedebilirsiniz.

Gaudi, tüm yapılarında doğadan esinlenmiştir. Barcelona’daki büyüleyici ve masalsı yapıların hepsinde onun sihirli dokunuşları var. Bence Gaudi, Barcelona’nın başına gelmiş en güzel şey. Bu yüzdendir ki, Gaudi deyince Barcelona, Barcelona deyince Gaudi gelir akıllara.. Gaudi, sadece evleri, müzeleri, kiliseleri tasarlamakla kalmayıp, caddelerin kaldırım taşlarından , sokak lambalarına kadar bu şehri kendine özgü sanat anlayışı ile nakış işlercesine işledi.
Antoni Gaudi’nin tamamı Barcelona’da olan sekiz eseri UNESCO Dünya Mimari Listesi’nde yer almaktadır. Bunlar; La Sagrada Familia’nın “İsa’nın Doğuşu” cephesi ile yeraltı türbesi, Park Güell, Palau Güell, Casa Milà, Casa Vicesn, Casa Battlo ve Colonia Güell Türbesi.

LA SAGRADA FAMILIA


La Sagrada Familia

Gaudi’nin ‘Bitmeyen Kilisesi’ olarak adlandırılan La Sagrada Familia (Kutsal Aile Bazilikası)..

La Sagrada Familia Kilisesi’nin yapımına 1882 yılında başlamış olan Gaudi, yaşamının son dönemine kadar bu katedrali yaratmaya ayırmıştı. Gotik tarzdaki Kilisesini tasarlarken, başka bir iş almayarak, tüm zamanını ve enerjisini bu eserine vermişti. Hatta mimari stüdyosunu bile inşaata taşıyarak bir 20.Y.Y. katedrali yaratmayı arzulamıştı.

“Gaudi’nin dehasını yansıtan yapı 18 kuleden oluşuyor. Kuleler, 12 havariyi, 4 incil yazarını, Hz. İsa’yı ve Hz. Meryem’i temsil ediyor. Gaudi ise, sadece Hz. İsa’yı sembolize eden kuleyi tamamlayabilmişti. Salvador Dali’nin ‘çok yaratıcı bir başağrısı’ olarak tanımladığı La Sagrada Familia, Hristiyan inançlarının görsel bir temsilini oluşturuyor. Yapının her bir ayrıntısı dini sembolizm açısından bir niteliği ifade etmektedir”.


La Sagrada Familia’nın müzesinde bulunan maketi ve kuleleri.

Yapımını üstlendiği bazilikayı 1926 yılına kadar ilmek ilmek işlemişti. Kendisi de üzerinde kirli ve eski kıyafetlerle inşaatta bir işçi olarak dolaşıyordu. Kilise’nin inşaatı devam ederken bir ara dışarıya çıkıp, eserine uzaktan bakmak için yolun karşısındaki banka oturmuştu. Bu onun eserine son bakışı olmuştu. Tekrar yolu geçmeye çalışırken, bir tranvayın çarpması sonucu yere yığılmıştı. Hastaneye kaldırıldıktan bir kaç gün sonra hayatını kaybederek, yapımı hala devam etmekte olan çok sevdiği eseri ‘bitmeyen kilise’si, La Sagrada Familia’nın tam ortasına gömüldü.

Kilisenin Gaudi’nin ölümünün 100. yılına denk gelen 1926 yılında tamamlanması bekleniyor. 


ESERİNE SON BAKIŞ


PARK GÜELL


Alice Harikalar Diyarı ve ben :)

Kendinizi ‘Alice Harikalar Diyarı’ ında hissedeceğiniz fantastik eseri olan ‘Park Güell’, Gaudi’nin zengin hayal gücünü ve dehasını yansıtmaktadır. Sanayici Eusebi Güell tarafından yaptırılmış olan bu eserin projesi, başta konut olarak inşa edilmiş olup, daha sonra İngiliz tarzı bir parka dönüştürülmüştür.

Park alanı içerisinde yer alan merdivenler ve süslü şatolar Gaudi tarafından yapılmıştır. Görünümüyle harikalar diyarını yansıtan park, Barcelona aristokrasisinin soyluğunu yansıtmaktadır. Park Guell, büyüleyici binaları, farklı mozaik döşemeleri ve taş yapıları ile kendinizi adeta bambaşka bir dünyada hissetmenize neden olmaktadır.


Gerçekten de Alice Harikalar Diyarı.

Muhteşem taş sütunları düzensiz olup, garip bir şekilde doğallık hissi vermektedir. Parkın içerisinde yer alan Ejderha Çeşmesi ise Guell’in en ilgi çekici noktalarından birisidir. Ayrıca, park alanı içerisinde Gaudi’nin bir müzesi de yer almaktadır.


Taş sütunların düzensizliği ve doğallığı.



Taş sütunların doğallığına hayran kalmamak mümkün değil.


Ejderha Çeşmesi’nin etrafını saran gösterişli merdivenlerden aşağıya inildiğinde, seramik detaylarla süslenmiş olan iki tane şato görünümlü ev bulunmaktadır. Park üzerinde yer alan terasta mozaik döşemeli koltuklarda oturarak harika bir Barcelona manzarası seyredilmektedir.


Ejderha çeşmesinin etrafını saran muhteşem görünümlü merdivenler.


Park üzerindeki terastan Barcelona manzarası.

Hem Alice Harikalar Diyarı hem de Hansel ile Gratel’in dünyasını andıran park, 1984 yılında UNESCO Dünya Mimari Listesi’ne eklenmiştir.

CASA MILA


Casa Mila.

Casa Mila, Gaudi’nin La Sagrada Familia’dan sonra Barcelonada’ki en çok ilgi gören eseri olup, 1906 ve 1910 yılları arasında inşa edilmiş bir apartmandır.

Yapımı sırasında farklı tasarımı nedeniyle yerleşmiş formlara uymadığı için ‘taş ocağı’ ismiyle anılmaktadır. Binanın renksiz olmasının sebebi ise doğal taşlardan yapılmış olmasıdır. 

Casa Mila’nın cephelerine baktığımız zaman, sanki yamaca vuran deniz dalgaları görüntüsünü farketmemek mümkün değildir. Bu binada en ilginç olan noktalardan biri ise turistlerin ziyaretine açık olan çatı katıdır. Bu terasta, spiral heykeller ve savaş başlıkları takmış bilimkurgu askerlerini andıran yapılar yer alnmaktadır.

CASA BATLLO


Casa Batllo.

Casa Batllo binasında Gaudi’nin yine doğadan esinlendiğini görebiliyoruz..

Batllo binasının yerinde bulunan binayı satın alan Batllo ailesi, binanın yeniden tasarlanması için Gaudi ile anlaşırlar. 1906 yılında binanın yapımı tamamlandığında, tıpkı peri masallarındaki evleri andıran bir yapı ortaya çıkmıştır.

Batllo ailesi ne kadar şanslıymış.. Böyle bir yerde yaşamak heyecan verici olmalı..

Katalan Mimarı olan Gaudi, eserlerinde düz çizgiler kullanmayan bir dahi idi. Ve bu tarzını da Casa Batllo binasında da fazlasıyla konuşturmuştu. Görünümü nedeniyle ‘kemik ev’ olarak da bilinen binanın dış cephesi cumba balkonları ile muhteşem bir şekilde mozaiklerle süslenmiş. Binanın içerisinden bahsedecek olursam, dalgalı merdivenleri, oval ve şekilsiz pencereleri, ahşaptan yapılan kapıları ve şöminesi ile tam bir masal evi olan bu bina turistler tarafından büyük ilgi görmektedir.


Bir sonraki yazımda görüşmek dileği ile,

Sevgiyle kalın,
Atiye Bıçak


Kaynakça:

Abant Gölü; Tam bir doğa mucizesi..


Bana 'Abant Gölü' nasıl bir yer diye sorsanız; Tek bir cümle ile ‘Tam bir doğa mucizesi’ derim..

Abant Gölü, görmeyi çok istediğim yerlerdendi. Abant’ı ilk kez, kısa bir süre önce Ankara’dan bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine duydum. ‘Bir sonraki gelişimde mutlaka burayı görmeliyim’ demiştim. İnternetten resimlerine bakıp, hakkında detaylı bilgilere ve muhteşem doğa görüntülerine şahit olduktan sonra, burayı görme isteğim daha da artmıştı..

Hadi hep birlikte Abant Gölü’nü tanıyalım..

Abant Gölü

Doğanın bir mücizesi olan bu göl, yeraltında meydana gelen tektonik çöküntüler sonucunda, büyük taş blokların vadiyi doldurması ile oluşmuş. Bolu ilinin yaklaşık olarak 33-35 km. güneybatı kısmında yer alan Abant Gölü, Abant ve Keremali dağlarının üzerinde bulunmaktadır. Abant Gölü, çok fazla büyük bir göl olmamasına rağmen, ülkenin en güzel göllerindendir. İstanbul ile Ankara arasında yer alan Abant, özellikle bu illerden yılın her mevsimi pek çok turist akınına uğramaktadır..



Abant Gölü’nün Özellikleri

Bu güzel gölümüz, Abant dağları üzerinde arazi kaymaları ile oluşmuş olup, deniz seviyesinden yaklaşık olarak 1328 metre yüksekliktedir. Gölün çevresinde, yüksekliği 1400-1700 metre aralığında değişen tepeler yer almaktadır. Derinliği, yer yer değişmekte ve en derin yerinin derinliği 17-18 metre civarındadır. Gölün etrafı ise yaklaşık olarak 7 km’dir.



Abant Gölü’nün Tarih

Abant’ın tarihi Bolu ilinin gelişimi ile birlikte başlamıştır. Bu bölgede herhangi bir tarihi kalıntıya rastlanmasa da, gölün bulunduğu alanda yapılan araştırmalara göre bölgedeki ilk halk Hititlerdi. Daha sonra ise, tarih içerisinde hemen hemen tüm uygarlıkların yaşam alanına girmiş olan Abant Gölü ve çevresine Lidyalılardan Perslere kadar pek çok uygarlık hakim olmuştu. Son olarak ise, Osmanlı İmparatorluğu bölgede hüküm sürmüştü. Hakkında türlü efsanelerin ve söylentinin olduğu Abant Gölü ve çevresindeki ormanlık arazi 1988 yılında Milli Parklar kapsamına alınarak, şimdiki adı olan; “Abant Gölü Tabiat Parkı” olarak korunmaya devam etmektedir.


Ve benim, Abant Gölü Tabiat Parkı ile ilk tanışmam, 2018 yılının Ocak ayında, karların her yeri kapladığı ve yağmurun beni bambaşka bir dünyaya alıp götürürken yağması ile olmuştu. Bu mevsimde, havanın çok soğuk olmasına rağmen, doğanın insana hissetirdiği huzur paha biçilemezdi..


Gölün çevresinde faytonla, bisikletle ya da yürüyerek dolaşılabilir. Kış aylarında ise karlarla kaplı olduğu için kızakla da gezilebilir, hatta kayak bile yapılıyor. Karın her tarafı kapladığı zamanlarda ise, gölün üzerinde de geziliyor. Yani burası her mevsim ayrı bir güzelliğe sahiptir. Mükemmel doğa manzarası ile buraya gelenleri adeta büyülemektedir.

Abant Gölü’nün etrafında konaklamak için oteller ve bir çok restorant da bulunmaktadır. Aynı zamanda çevresinde dinlenme tesisleri, kamp yapma alanları, spor aktiviteleri ve piknik yapmak için özel bölgeler de olduğu için burası tamamen bambaşka bir dünyada hissetmenizi sağlayacaktır.



Abant Gölü'nde Konaklama

Abant’da bir haftasonu geçirmek isterseniz, bölgede bulunan konaklama tesislerinin isimlerini aşağıda sizlere yazıyorum;

1. Büyük Abant,
2. Abant Palace ve
3. Abant Köşkü.

Bu otellerin üçü de gölün etrafında olup, dağ ve göl manzarasına sahiptirler.


Abant Gölü Tabiat Parkı’nda bir de ‘Abant Tabiat Müzesi’ bulunmaktadır. Müzede, doğal şartlarla hayatını kaybetmiş hayvanlar sergilenmektedir.


Haritada Abant Gölü




Abant Gölü’ne Ulaşım

Bolu iline bağlı olan Abant, şehir merkezine 40 km uzaklıktadır. Abant Gölü ve çevresi, milli parklar statüsünde koruma altında olduğundan dolayı, etrafında veya içerisinde pek fazla yol çalışması yapılmasına izin verilmiyor. Buranın en güzel yanı ise, Ankara-İstanbul karayoluna yakın olması nedeni ile, ulaşım alternatifini de artırıyor.


Abant’a nasıl gidilir sorusuna bir kaç farklı şekilde cevap verebilirim.

1. Uzak şehirlerden geliyorsanız, en yakın havalimanını tercih edebilirsiniz,
2. Bolu il merkezinden minibüsle, taksiyle ya da araba kiralayarak gidebilirsiniz,
3. Bolu’ya sefer yapan otobüs seferleri ile gidebilirsiniz,
4.Kendi aracınızla gidiyorsanız, E-5, TEM Ankara-Bursa, Afyon-Antalya gibi yolları kullanabilirsiniz,
5.Ankara-İstanbul yolundan ise, yaklaşık 3 saatlik bir yolculuk sonunda Abant’a ulaşmış oluyorsunuz.

...

Hadi şimdi de daha önce sizlere bahsetmiş olduğum o güzel efsaneye gelelim

Abant Gölü Efsanesi

Abant’ın tarihi içinde türlü efsaneler varmış. Bir rivayete göre ‘Alaboyun’ Abant Gölü civarında yaşarmış ve yılda iki üç kez şu an otellerin bulunduğu bölgelere inermiş. Alaboyun simsiyahmış ve boynunda gerdanlık gibi bir alaca lekesi olduğundan ona ‘Alaboyun’ derlermiş.


Efsaneye göre;

“Bir zamanlar buradaki kilisede yaşayan iki papaz kutsal öküzleri ile şu an gölün bulunduğu yeri sürüp burada yaşayan köylüleri bu tarlanın ürünleriyle beslerlermiş. Öküzün boyunluğu ve sabanı altındanmış. Bu yüzden alınan ürün de o kadar çok ve kıymetli olurmuş.

Aradan uzun bir zaman geçmiş ve kutsal öküz ölmüş. Etraftaki tüm köylüler yasa boğulmuş. Rahipler tarlayı süremez olmuşlar. Tarlanın her yanı taş olmuş. Açlık ve kıtlık başlamış. Artık köylü açlıktan dayanamaz hale gelmiş ve kiliseye saldırmaya gelmişler. Tam o anda taş kesen tarla birden alev püskürmeye başlamış ve tarlanın bulunduğu yerde kocaman bir delik açılmış. Köylüler o kadar korkmuşlar ki, hemen orayı terk edip gitmişler. Keşişler bu işin sırrını anlamışlar. Toprağın gazaba geldiğini bu yüzden bunların olduğunu düşünmüşler ve bir akşamüstü ilahiler okuyarak altın sabanı ve boyunluğu ateş püsküren toprağın bağrından içeri atmışlar. Birden gökyüzü açılmış, akşam olup kararan hava gün gibi aydınlanmış, hava tekrar ısınmış, çiçekler açmış, kuşlar cıvıldamaya başlamış ve alev püsküren delik sakinleşmiş ve deliğin içinden sular fışkırmaya başlamış. Tam bu sırada ‘Alaboyun’da ormana dalmış. O günden sonra o taş tarlanın yerinde bugün balıkların yüzdüğü, etrafında faytonla, bisikletle ya da yürüyerek gezdiğimiz, sazlıkların ve nilüferlerin süslediği Abant Gölü oluşmuş”

...

Abant Gölü’nü daha yakından görmek ve keşfetmek isterseniz, burası haftasonu için tam kafa dinlemelik bir cennet. Kendini bambaşka bir dünyada ve doğa ile içiçe olabileceğin huzur kokan bir ada

...

Ben hayran kaldım
Burayı bir de sonbaharda görmek isterim

...

Sevgiyle kalın













Zaman ve Huzur..

 
Gerçekten neydi huzur?
Ya da huzuru bulmaya çalışırken, geçip giden zamanın farkında mısın?
Ve;
Her akşam aynı can sıkıntılarıyla eve eve giriyorsan, belki de bir şeylerin değişmesini beklemek yerine, kendinden başlamalısın değişime..
Mesela;
Güneş gözlüklerini yüreğine takıp, gördüklerini hissederek yoluna devam edebilirsin..
Farzet ki;
Zamanın akan bir nehir, sen de kayıkta giden yolcusun..
Ve;
Sen kayıktan insen de, o gitmeye devam edecektir..

Kalp ile Mantık ve Mücadeleleri..


Söylediklerimiz vardır, bir de; 'Söylemek' istediklerimiz..!
Yaptıklarımız vardır, bir de; ‘Yapmak’ istediklerimiz...!
Yaşadığımız hayat vardır, bir de; ‘Yaşamak’ istediğimiz...!

Kısacası; bir yan da  mantığımız vardır, diğer yan da ise kalbimizin sesi..

Sanırım, yazıma yine gelişme bölümünden giriş yaptım..

Nedendir bilmem, son zamanlar da bu konu beni fazlasıyla düşündürmeye başladı. Belki de, duygularım ile aklım arasında bir yerlerdeyim! Kalbim mantığıma ters, mantığım ise duygularıma düşman. Kıran kırana bir mücadele..

Sizin de, hayatınızın belli dönemlerinde böyle bir ikileminiz oluyordur elbet..! O zaman pek de farklı sayılmayızdır. Biraz benim gibisinizdir, biraz da diğerleri gibi..

Peki, birini seçme şansımız olsaydı, hangisini seçerdik? Ya da sorumu değiştireyim; 

‘Her şeyin mantığa uygun mu olması gerekiyor?  ‘Evet’ dediyseniz, yazımı sonuna kadar okumalısınız. ‘Hayır’ dediyseniz, yine okumalısınız..

Bazen öyle anlar olur ki, mantık ‘deli olma’ diye duyguları bastırıp, kalbi susturmaya çalışır acımasızca. Ama kalp, yine de savaşmaya devam eder korkusuzca..

Onlar birbiriyle savaşırken, zihninde dolaşan soru, kemirdikçe kemirir seni. Bir yan da mantığın, diğer yan da ise kalbinin sesi. Aklının sana söyledikleriyle, hissettiklerinin birbirine zıt olması sonucu içinde bulunduğun durum, seni çaresizlik içinde kıvrandırır durur. İkisi arasında seçim yapmak öyle zordur ki, kalbini dinlesen mantığın söylenip duracak tüm küstahlığıyla, mantığını seçsen kalbin acıyacaktır. Belki de seni pişman bile edecektir, onu dinlemeyip, hislerinin peşinden gitmediğin için. Yine de, sonunda kazanan kalp olsa bile, pişman olmamak için mantığı da fazla hafife almamak gerekir..

Bir masala göre;

“Bir köyün dışında iki dilenci yaşarmış. Biri kör, diğerinin de bacakları yokmuş. Bir gün köyün dışında, dilencilerin yaşadığı bölgede orman yangını çıkmış. Bu iki dilenci aynı meslekten olup, aynı insanlardan dileniyorlarmış. Bu nedenle rakipmişler. Onlar dost değil düşmanlarmış..

Orman yanarken, iki dilenci bir an için düşünmüşler. Evet, birbirlerine düşmanlardı, hatta konuşmuyorlardı bile. Ama bu acil bir durumdu..

Kör adam, bacakları olmayan adama seslenmiş;

‘Kurtulmanın tek yolu var. Seni omuzlarıma alacağım. Sen benim bacaklarımı kullanacaksın, ben de senin gözlerini. Ancak bu şekilde kurtulabiliriz” demiş..

Bacaksız adamın yanan ormandan hızla çıkması mümkün değildi. Her taraf alevler içindeydi. Biraz yol alabilirdi, ama bir işine yaramazdı. Çok hızlı bir şekilde çıkması gerekiyordu. Kör adam da çıkamayacağını biliyordu. Yangının ne tarafta olduğunu, hangi ağaçların yandığını ve nerede boşluklar olduğunu göremiyordu. Kör bir adam olarak kaybolacaktı. Ama ikisi de fazlasıyla zekiydi. Düşmanlıklarını bırakıp, yangından kaçabilmek için anlaşmışlar ve dost olmuşlardı. Böylece hayatlarını kurtarmışlardı”

... 

Bu bir masal ve takdir edersiniz ki masalın, dilencilik ya da orman yangını ile bir ilgisi yoktur. Beni, seni veya onu ilgilendirir. Yanmakta olan da, orman değildir..

Sensin sayın okuyucu! Sensin yanmakta olan! Acı çekiyor, yangınlar içinde yanıyor ve sancılar içinde kıvranıyorsun. Yalan mı?

Aklın, bacaklarına güvenip, çok hızlı yol alabilir; ama aynı zamanda tek başına da ‘kör’dür. Hangi yöne gideceğini, hangi yolu seçeceğini göremez çoğu zaman. O yüzdendir ki, devamlı ayağı takılır, tökezler, düşer ve kendine zarar verir. Sonra ne mi olur? Sonra da hayatın anlamasız olduğunu düşünür ve yanmaya devam eder..

Böyle de bir düşünce vardır ki; ‘Hayat anlamsızdır’..! 

Dünyadaki bütün entelektüeller bunu söyler.. Söylerler ama yine de kendi bildiklerini okumaya devam ederler. Hayat, tabi ki onlara anlamsız gelir. Çünkü, kör olan akıllarıyla, ışığı görmeye çalışırlar. İşte bu imkansızdır..!

Tekrardan dilencilerin masalına dönecek olursam; İkisi birlik olup, yangından kurtulabilmişlerdi..

Kalbin bacakları olmayabilir ama gözleri vardır . Akıl, kalbi omuzlarının üzerinde kabullenmelidir. Buna mecburdur. Kalp, oyun perdesinde yerini aldığı zaman akıl zekaya dönüşür. Bu bir dönüşümdür. İnsan ise, entelektüel değildir. Ancak, aklını ve kalbini birlikte kullandığı zaman bilge olabilir

...

Kalbimin sesini dinleyen bir insan olmasaydım, bu yazıyı yazamazdım..

Aklım ise, bu perde de bana sadece figurandı..

Sayın okuyucu, şimdi kararı sen ver;

‘Mantığın mı? Kalbin mi?’

...

Sevgiyle kalın..
Atiye BIÇAK 





Belki bir umuttur yaşamak..!


Farkında mısınız? Hepimiz aynı gemide yol alıyoruz..

Bakacak olursak, herhangi bir uğraş, bir iş değil de koca bir hayatsa içinde kürek  çektiğimiz, dertler uzaklaşıp gitmek yerine peşimizden geliyorsa ve onların ağırlığını omuzlarımızda hissediyorsak, gerçeklerle yüzleşmek kadar, hiç birşey koymaz bu hayatta insana!

Hayat çok kısa..!

Yarın bizi neyin beklediğini bilemeyiz ya da bir gün sonra, belki de bir saat sonra.. Ve hayat bu kadar kısayken, neden dünyayı savaş alanına çeviriyoruz? Az önce 'belki' dedim de aklıma geldi; Hayatımız da böyle değil mi? 'Belki'ler hiç bitmez. Herşey bir 'belki' ile başlar ve onun üzerine kurulur. Sonra da o kayıktan bir türlü inemiyor insan, ta ki kürekleri parçalanana kadar. Belki de, 'belki' ler bir tuzaktır aklımızın en kuytu köşesinde sinsice bekleyen. Ya da içimizdeki ' Umut'tur yüreğimizin en temiz yerinde yeşeren. Sanki, bir bilmece gibi. Cevabı bulabilirsek, ama doğru cevabı, akıntıya kapılmadan kayığımızı kıyıya güvenli bir şekilde getirebiliriz ancak...

Kurnaz Tilki ve Nankör İnsan..


Bir nanköre sormuşlar;
‘Ne yaptı da dostuna kırıldın?’
- ‘Her dediğimi yaptı, birini yapmadı’ demiş
...

Uzun bir aradan sonra tekrardan herkese merhaba :)

Nedendir bilmem, sebepsizce ve ne yazacağımı bilmeden bilgisayarımın başına geçtim.
Sonra dedim ki kendi kendime; ‘Ah bu insan egosu’ !

Ego çıkmazı = Nankör insan!
...

Kısa bir süre önce, instagram hesabımda şöyle bir paylaşımda bulunmuştum;
“Temiz kalpler büyütmek yerine, nankörlükle kirletilen kalpler”
...

Gerek kendi gözlerimle şahit olup, bire bir yaşadığım şeyler olsun, gerekse senin, onun veya bizim gibi diğer herekesin yaşanmışlıkları..

Çoğu zaman, sevgiden, dostluktan bahsederiz ama yine de egolarımıza yenik düşeriz. Yapılan iyiliklerin kıymetini bilmeden, karşı tarafa ihanet ederiz. İyilikler, bir zaman sonra görmezden gelip unutuluyorsa bunun adına ‘Nankörlük’ ten başka bir şey denilmiyor. Yani, içinde yaşamaya çalıştığımız bu dünya, tam anlamıyla çıkar dünyası..

Ne yazık ki, basit bir şekilde kendi egolarımıza yenilip, insan olabilmenin erdemliğini unutuyoruz
...

Lafı fazla uzatmadan güzel bir hikaye ile devam edeyim izninizle;

“Günün birinde bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırır. Kurt ormanda oraya buraya kaçar, ancak peşindeki avcıları bir türlü atlatamaz. Canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir köylüye rastlar. Kurt adamın önüne çöker ve yalvarmaya başlar;

‘Ey insan ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim kalmadı, eğer sen yardım etmezsen yakalayıp öldürecekler’
Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar, kurda içine girmesini söyler. Çuvalın ağzını bağlar, sırtına vurur ve yürümeye devam eder. Bir süre sonra da avcılara rastlar. Avcılar köylüye bu civarda bir kurt görüp görmediğini sorarlar. Köylü; ‘Görmedim’ der ve avcılar uzaklaşır. Avcıların iyice uzaklaştığından emin olan köylü sırtındaki torbayı indirir, ağzını açar ve kurdu dışarı salar.

‘Çok teşekkür ederim’ der kurt, ‘Bana büyük bir iyilik yaptın’. ‘Önemli değil’ der köylü ve tarlasına gitmek üzere yürümeye başlar. ‘Bir dakika’ diye seslenir kurt; ‘Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum, çok bitkin düştüm, açım, kuvvetimi toplamam için bir şeyler yemem lazım ve burada senden başka yiyecek bir şey yok.’

Köylü şaşırır; ‘Olur mu, ben senin hayatını kurtardım.’

Kurt ise; ‘Yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur’ der ve devam eder ‘Ben de kendi çıkarım için senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım’.

Bir süre tartıştıktan sonra, ormanda karşılarına çıkacak olan üç kişiye bu konuyu sormaya ve ona göre davranmaya karar verirler.

Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar. ‘Ne vefası’ der kısrak, ‘Ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim, gezdirdim, taylar doğurdum ama yaşlanıp bir işe yaramadığımda beni böylece kapıya koydu..’ Bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köpeğe rastlarlar. ‘Ben hizmetin değerini bilen bir efendi görmedim’ der köpek, ‘Yıllardır sahibime sadaketle hizmet ederim, koyunlarını korurum, yabancılara saldırırım, ama o beni her gün tekmeler, sopayla vurur..’

Kurt köylüye döner, ‘İşte gördün’ der. Köylü de son bir çabayla ‘Ama üç diye konuşmuştuk, birine daha soralım, sonra beni ye’ diye cevap verir. Bu kez karşılarına bir tilki çıkar.

Başlarından geçenleri, tartışmalarını anlatırlar. Tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenir.

‘Her şeyi anladım da’ der tilki ‘Bu küçücük torbaya sen nasıl sığdın?’

Kurt bir şeyler söyler, tilki inanmamış gibi yapar; ‘Gözümle görmeden inanmam..’ İşin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya girer girmez, tilki köylüye işaret eder ve köylü torbanın ağzını sıkıca bağlar. Köylü eline bir taş alır ve ‘Beni yemeğe kalktın ha nankör yaratık’ diyerek torbanın içindeki kurdu bir süre pataklar.

Sonra tilkiye döner; ‘Sana minnettarım beni bu kurttan kurtardın’der.

Tilki de ‘Benim için bir zevkti’ diye cevap verir. O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılır, bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürür. Sonra da torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürter;

‘Haklıymışsın kurt, yapılan iyilikten daha çabuk unutulan bir şey yokmuş’
...

Son olarak;

Hikaye bu ya, kurt yaşamaya devam etmiştir ama ya insan? Yoluna devam ederken, üstünü örtmeye çalıştığı nankörlüğü ile başbaşa kalıp belki de vicdanının sesini susturmaya çalışmıştır..

Tilkiye gelince; Egosuna çok güvenen kurnaz bile, günün birinde bir nanköre yenilebiliyor!

...

Sevgiyle kalın..

Atiye Bıçak.

50 Yıllık Sadakat ve Sedef Çiçeği..


“Bilgeye sormuşlar;
Dünya da en güzel şey nedir diye?
‘Sevmek’ demiş..
Peki sonra? demişler..
‘Sevilmek’ demiş..
Peki neden sevmek, sevilmekten önce geliyor? demişler..
O da demiş ki; ‘İnsan sevdiğine, sevildiğinden daha çok emindir”
...

Ne de doğru söylemiş bilge; ‘Sevmek’...‘Sevebilmek’!

Peki ya ‘Aşk’ ?

Elbet herkes, aşkı bilir. Aşkın, yarattığı kapanmak bilmez yaralarını da, o yaralara merhem bulmanın ne denli boş çabalar olduğunu da bilir. Fakat, onu tanımlayamaz..

Aşkı, hep bir gemiye benzetmişimdir. Bizi uzaklara götüren bir gemi. Bilmediğiniz bir diyara gitmek için yola çıkarız. Bu gemi ne kadar uzağa giderse gitsin, bu yolculuğun sonunu getiremeyiz. Ulaşmak isteriz ama ulaşamayız. O gemi, bir türlü varmak istediğimiz limana varmaz. İlk başlarda herşey mükemmeldir. Öyle değil mi? Gözler kördür, kalpler ise sihirli. Kimi ‘sen benim herşeyimsin’ der, kimi ‘seni asla bırakmayacam’ der, kimi de ‘sen benim son şansımsın’ der!

Derler ve giderler.. Yalan mı sayın okuyucu?

Giden mi mağdurdur kalan mı? Bilmez kimseler bu sorunun cevabını..

Peki, sen hiç kendine sordunmu; ‘Acaba ben mi yanlış yaptım’ diye? Hani hep giden suçlu olur ya, belki de sen istemişindir gitmesini..

Sonra ne mi olur?

Yazılar yazılır anlamsızca..! Sosyal medyada gönderi bildirimleri açık olan aşığın hesabı engellenir, kimi zaman aşk şarkılarında teselli aranır, kimi zamanlarda ise meyhane masalarında eski sevgiliye ya kadeh kaldırılır ya da küfür edilir. Kimi, onun bıraktığı boşluğa kederlenip sürekli acısını kazıyarak tazeler, kimi ise onu ilahi adalete bırakır..

Bana sorarsanız aşk; tek bir zamanda, tek bir insana karşı hissedilen bir duygudur ve ‘koskaca okyanusta küçük bir sandalla dolanmak kadar aptallıktır’ diyebilirim hiç düşünmedem. Ve küçük bir sandalla okyanusa açılmak, sevdaya zarar verir. Beklemeli ve düşünmelidir insan. Sevdasına zarar gelmesini istemiyorsa çok iyi düşünmelidir. İşte burada, aşk oyunu perdesinin en önemli sahnesi yerini alır;

‘Sabır ve sadakat’..

Aşk, ilk bakıştaki gibi değildir. Öyle kalmaz. Aşk, sabır ve sadakat ister. Sahi sabır ne idi? Sanırım sabrın giderek ne olduğunu ne olmadığını unuttuk..

Yeri gelmişken; Kısa bir süre önce yapmış olduğum bir gezide hiç tanımadığım ve yaşını başını almış, asaletli bir teyzeye rastladım. Güzel bir sohbet geçmişti aramızda. Oldum olası sevmişimdir zaten eski yaşantıların, yaşanmışlıklarını dinlemeyi. Konu aşka ve sevgiye nasıl gelmişti hatırlamıyorum ama teyzenin hala daha eşine olan sevgisi ve sadakati gözlerinden okunuyordu. Beni en çok etkileyen sözleri ise şunlar olmuştu;

“Sevilmek ekmek ise, sevmek ise sudur. Ben ikisini de buldum”

...

Sabır dedim az önce, sadakat dedim! Belki de bütün mesele buydu! Özür dilerim ama şimdilerde kullanım tarihi geçmiş sanki bu ikilinin, sevmeler de kelebeğin ömrü kadar olmuş. Tıpkı ‘Göçmen kuş ile serçenin’ hikayesi gibi.. Evliliklere, arkadaşlıklara bakıyorum da, artık kimin eli kimin cebinde belli değil. Daha bir ilişki bitmeden bir başka aşka koşuyorlar. Önce, iki damla göz yaşı, sonra başka aşklara yelken açıyorlar

...

Yazımı, ‘Sedef Çiçeği’ hikayesi ile bitireyim izninizle;

Mahkeme salonundaki, yaşlı çiftin durumu içler acısıydı..

Adam inatçı bakışlarla, suskun ninenin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözlerini ve bıkkın bakışlarını süzüyordu. 

Hakim tok sesiyle yaşlı kadına; ‘Anlat teyze, neden boşanmak istiyorsun?’

Yaşlı kadın, derin bir nefes çektikten sonra, kısılmış sesiyle konuşmaya başladı: ‘Bu herif yetti gayri, 50 yıldır bezdirdi hayattan’

Sonra mahkeme salonunda uzun bir sessizlik hakim oldu. Sessizlik, gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu..

Kadın neler diyecekti? Herkes, onu dinliyordu..
Yaşlı kadının gözleri doldu ve devam etti;

‘Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim.. O bilmez.. 50 yıl önceydi.. O çiçeği bana verdiği çiçekler arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm. Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim. Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım; ‘Her gece güneş doğmadan önce, bir tas suyla sulayacağım onu diye’.. İyi gelirmiş derlerdi. 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayayım demedi. Taa ki geçen geceye kadar. O gece takatım kesilmiş uyuya kalmışım. Ben böyle bir adamla 50 yıl geçirdim. Hayatımı, umudumu, herşeyimi verdim. Ondan hiçbir şey görmedim. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim. Onsuz daha iyiyim, yemin ederim..’

Hakim yaşlı adama dönerek; Diyeceğin bir şey var mı baba? dedi.

Yaşlı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hakime yöneldi.
Tane tane konuştu;

‘Askerliğimi Reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptım. O bahçenin, görkemli gürünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim. Fadime’mi de orada tanıdım. Sedefleri de.. Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim. İlk evlendiğimiz günlerden birinde, boyun ağrısı nedeniyle, onu hekime götürdüm. Hekim, çok uzun süre yatarsa, boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi. Her gece uykusunu bölüp uyansın, gezinsin dedi. Lafım geçmedi.. O günlerde, tesadüf, bu çiçek kurumaya yüz tuttu. Ben ona; ‘Gece çiçek sularsan geçer’ dedim, adak dilettim.. Her gece onu uyandırdım ve sevdiğim kadını, yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim. Her gece, o çiçek ben oldum sanki..’ dedi adam

O yaştaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle; ‘Her gece, o yattıktan sonra uyandım. Saksıdaki suyu boşalttım. Sedef, gece sulanmayı sevmez, hakim bey.. Geçen gece de, yaşlılık işte, ben de uyanamadım, uyandıramadım. Çiçek susuz kalırdı ama Fadimemin boynu yine azabilirdi. Suçlandım ama sesimi çıkartamadım..’

O anda, mahkeme salonundaki herkes ağlıyordu

...

Sevgide cömert, ama sevdiklerimizi kırmada oldukça cimri olalım..


Sevgiyle kalın..

Atiye BIÇAK.





Dünya iki kapılı bir han ise; Bu savaş niye?


Uzun zamandır yazmak isteyip de ertelediğim ve tüm samimiyetimle yazacağım bir yazı olacak..

İnsanlık! Demişti biri. ‘İnsanlık’ üzerine yaz..

Ne yazık ki, her geçen gün giderek kötüleşen bir dünyada yaşıyoruz. Sevginin, arkadaşlığın, iyiliğin tükenip yerini ihanete ve savaşlara bıraktığı, küçücük bir çocuğun fotoğraf makinesini silah sandığı, insanların ve çocukların acımasızca öldürüldüğü daha da kötüsü insanlığın öldüğü bir dünya..!

İşte, İnsanlık denilince, ilk aklıma gelen yukarıda yazdıklarım oluyor..

Koskoca evrende dünya bile zerre kadarken, hâlâ neyini paylaşamadıklarını anlamıyorum bir türlü..

Hatta bir şarkı sözü der ki;

‘Dünya Sultan Süleyman’a bile kalmamış’

...

O halde biraz ibret alınmalı diyorum ve yazıma devam ediyorum..

Samimiyet dedim de az önce! Sahi, neydi samimi olmak? Sanırım artık o da yerini çıkarcılığa bırakıp yalan oldu. Tıpkı, yalan dünyanın, yalancı insanları gibi..

Yalan dünya..!

Nereden aklıma geldi şimdi bilmem ama Aşık Veysel’in ‘Uzun ince bir yoldayım’ türküsünü bilmeyenimiz yoktur..

Şöyle diyordu Aşık;

‘Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece’

...

Ben de bilmiyorum ne olacak bu insanlığın, bu yalan dünyanın sonu ama yine de hayatın gemisinde, yaşamak için yol alıyoruz hep birlikte..

İnsanoğlu bazen hayatı boyunca birçok zorlukla karşılaşır. Bazen de mutlu günleri ardı ardına sıralanır hayatında. Bu durum, insanın bazen elinde olsa da, bazen de ne yaparsa yapsın olayların gidişatını değiştiremiyor. Zaman su gibi akıp giderken, ne yaparsak yapalım zamana ve olaylara hükmedemiyoruz. Burada aklıma yine güzel bir söz geliyor;

‘Rüzgarın yönünü değiştiremeyiz ama geminin seyrini değiştirebiliriz’

...

İnsanoğlu hayatını bazen çok fazla kadere bağlayabiliyor. Başına ne gelirse gelsin, ne yaşarsam yaşayım bu benim kaderimdir, değiştiremem diye düşünüyor. Belki de bir açıdan bakıldığı zaman bu durum haklı görünse de, insanın istediği zaman kendi hayatına yön verebileceği düşüncesindeyim. Yani kişinin başına gelenler, kendi tercihleri sebebiyle olabilir. Kaderci olmak bizi bazen çıkmazlardan kurtarsa da, bazen de kadercilik insanı içinden çıkabileceği bir durumda daha da çıkmaza sokabiliyor. Ve insan, çoğu zaman mücadele etmekten vazgeçiyor..

O zaman, Aşık Veysel’in türküsünden devam edeyim..

‘Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece’

...

Hanın kapıları, doğum ve ölümü betimler. Yani, Aşık Veysel’in dile getirdiği yaşamdır! Gündüz gece gidilen, yol alınan, dertler ve umutlar ile dolu yaşamın ta kendisidir..

Dünya iki kapılı bir han ise, bu öldüresiye mücadele neden? Belki de tek ihtiyacımız sevgiyi paylaşmaktır. Instagram hesabımda kısa bir süre önce paylaştığım yazımı burada tekrar edeyim izninizle;

“Sen de söyle! Söyle ki o da bilsin. Annene, babana, kardeşine, arkadaşlarına, hayatındaki o kişiye, çocuklarına, değer verdiğin ve sevdiğin herkese. Evet! Hâlâ daha neyi bekliyorsun? Hayatının saati ne zaman duracak bilemezsin. Eğer bu yazıyı okuyorsan, biraz durup düşün; Şimdi şansın ve zamanın varken sevdiğini söylemelisin. Zamanın ne getireceğini hiç kimse bilemez. Ama 'şimdi' var! Ve o da senin elinde. Bu hayattaki en güzel şey, sevgidir ve sen paylaştığın zaman büyüyecektir”

...

Yazımın başına dönecek olursam, uzun ince bir yolda yürüdüğümüz iki kapılı bir handa, belki de, kaderimiz hayatımızdaki rüzgardır ama yaşam gemimizin seyrini değiştirmek de bazen bizim elimizde olabilir. Bunun için hayat denizinde gemimizi her zaman fırtınanın tersindeki rotaya götürelim. Belki de, hayat böyle daha kolay olacaktır..


Herkese mutlu yıllar diliyorum..

Her zaman söylediğim gibi;
Mutluluk ve sevgi sizlerle olsun..


Sevgilerimle;
Atiye BIÇAK.